Röportaj 25.01.2021 07:50 Güncelleme: 25.01.2021 12:33

Halit Ultav ve harçla karılmış, mürekkeple şekillendirilmiş daktilo tuşlarında canlandırılmış bir yaşam öyküsü; İNŞAAT PENCERESİNDEN YAZMAYI HAYAL ETMEK!

Ne derseniz deyin, kurgulanmasında çok da etkiniz olmayan yaşam, sanal bir yol çizip sizi istediği yere götürürse sonuçları çok şaşırtıcı ama, çok da güzel olabiliyor. 
Halit Ultav ve harçla karılmış, mürekkeple şekillendirilmiş daktilo tuşlarında canlandırılmış bir yaşam öyküsü;  İNŞAAT PENCERESİNDEN YAZMAYI HAYAL ETMEK!

Fehmi KETENCİ

Yazın kısa süreli tatil için gittiğimiz Kuşadası’nda bir akrabamın evinde konuk olarak tanıştığım, o bölgenin özgün inşaatlara imzasını atmış, çok ilginç bir müteahhit ile tanıştım.. İnşaatçı Yüksek İnşaat Mühendisi ve dört özgün kitaba imzasını atmış bir inşaatçı-yazar.

      Çok yakın akrabam eski CHP Milletvekili Ahmet Güryüz Ketenci’nin evindeki bu ailece sohbet hem çok güzeldi hem de bu güzel sohbette işi, özgün tasarımlı inşaat projesi çizmek ve onları uygulamak olan bir inşaat müteahhidinin çok farklı bir uğraşını öğrenmek ve tüm bu işlerinin yanı sıra dört güzel kitaba imzasını atan özgün bir yazarı tanımak şansını yakaladım.

      Gerçekten ilginç bir yaşam öyküsü olan bu yazar müteahhidin anlattıklarından, inşaatlar arasına hapsetmeyip en zor işlerden birini, özgün biyografik ve otantik gerçek yaşam öykülerini yansıtan kitap yazmayı da deneme cesaretini gösterebilen çok renkli, yaşadıklarını anlatırken o günlerin hikayelerinin etkisinde olduğunu, büyük uğraşlar vererek bu günlere gelirken yaşadıklarıyla zenginleştirerek anlatan, tanımaktan çok mutlu olduğum bu yazar müteahhitle bir kaç saat süren bu sohbetimiz unutulmazdı.

      Kitaplarını okudum. Müteahhit olarak yaptıklarını gördüm. İyi bir aile yaşantısını gördüm. Bir dede olarak tüm bu işlerinin arasında ailesine ne kadar bağlı olduğunu gördüm. Tüm bunların etkisinde bu özgün, gerçek yaşam öykülerinden ve birisinde de kendi yaşamını biyografik olarak kitabına aktaran böylesine özellikli yazar müteahhidi sizlere de tanıtmak istedim. Ben çok etkilendim.

      Bu röportajı okuduktan sonra eminim müteahhit deyip geçmek istemeyeceksinizdir.

Samsun Termeli bu müteahhidimizi şu bizim Laz müteahhitlerimizle de asla mukayese etmeyin. Konuşmalarını buraya aktarırken çok soru sormadım, o güzel yaşam öyküsünü kendi anlatımıyla, kısacası biz yazarların her zaman söylediğimiz şekliyle “virgülüne dokunmadan” buraya aktardım. Ve sözü Halit Ultav’a bırakıyorum;        

“1943 yılında Samsun’un Terme ilçesinde doğdum. 60 - 70 yıl öncesinde, ilkokulunda ve ortaokulunda okuduğum memleketim çocukluk ve gençlik yıllarımın anılarıyla dolu. Belleğimin kuytularında o yıllardan kalan saklı acıları bile buruk bir özlemle anıyorum şimdi.

Doğduğum baba evinin geniş bahçesinin bir kısmına mısır ekilip biçilir, bir kısmına biz çocuklar, anneme yardım ederek çeşit çeşit sebzeler, çiçekler dikerdik. Meyve ağaçlarımız vardı. İneklerimiz, danalarımız otlardı bahçede. Doğayla iç içe sürdürdüğümüz bu yaşam günümüzde pek çok insanın imrendiği bir olanak olarak değerlendirilse de, o yıllarda zar zor geçinen bizler, meyve ağaçları, evcil hayvanları, sebze bahçesi olmayan bir evde yaşamanın hayalini bile kuramazdık. Bunlar olmasa halimiz nasıl bir sefalete dönüşürdü kim bilir?

“EMEKLİ OLAN BABAMIN EL EMEĞİ GÖZ NURU EVİMİZ”

Tek katlı ahşap evimizin kiremitleri hariç; kapısı, penceresi, döşemesi, tavanı, duvarları, her şeyi ahşaptı. Yeni doğumlarla nüfus çoğalınca bu eski ve küçük ev dar gelmeye başlamıştı. İlkokul öğrencisi olduğum yıllarda, babam emekliye ayrılmış, aldığı ikramiye ile bahçenin bir köşesine yeni bir ev yaptırıyordu. Yapıcıların; uzun dişbudak, meşe ve karaağaç keresteleri baltalarla yontarak dikdörtgen ahşap kirişler haline getirişini, Doğu Karadenizli hızarcıların kalın tomruklardan el hızarları ile tahta biçmelerini hayranlıkla izliyor, biçilmiş tahtaları planya ile düzeltmelerine, yüzeyini rendeleyip kenarlarına açkı açmalarındaki ustalığa nasıl da imreniyordum. Planya, rende, açkı, matkap gibi el aletleri bende olsa neler yapmazdım. Herhalde ortaokul ikinci sınıf öğrencisiyken, evdeki keser testere gibi basit el aletleriyle, kağnıya benzeterek küçük, işe yarar bir örneğini yapmıştım. Diz boyuna ulaştığında çapalanan tarlamızdaki mısırların kesilenlerini bu arabaya yükleyip ineklere yem olsun diye çeke çeke ahıra taşıyordum. Sıcak bir yaz günü, tozlu topraklı tarla yolunda arabayı çekiştirirken adamın biri durdurup benim küçük kağnıyı inceledi. “Kime yaptırdın yeğenim sen bu arabayı?” diye sordu. “Ben yaptım” dedim. Adam inanmayınca, vallahi ben yaptım diye, biraz da beni küçümseyişine tepkili, diklendim, dikkatlice baktı yüzüme; “Vallahi mühendis kafası var lan yeğenim sende” sözü ise, yıllar sonra gerçek oldu.

“YAPTIĞIM O KÜÇÜK KAĞNIDAN YEŞEREN MÜHENDİSLİK FİKRİ”

Beni mühendis olmaya yönlendirmede, yeni evimizi yapan ustaları izleyişimin belleğimden silinmeyen izleri kadar, bu köylü giyimli adamın sözü de etkili oldu.

 Terme Ortaokulunu bitirdikten sonra 1957 yılında babam beni, öğrenime devam etmem için İstanbul’un Çayırbaşı semtinde yaşayan ağabeyimin yanına gönderdi. Şen şakrak sevenleri çok bir insandı İhsan ağabeyim. Kiraladığı bir gecekonduda eşi Nedime yengem ve üç çocuğu ile birlikte barınıyor, günübirlik yaşıyor, lokantalarda garsonluk yapıyordu.  Nereden, kimden esinlendiyse üç tekerlekli bir seyyar köfteci arabası yaptırdı. Sarı İhsan’ın nallı kuzuları bunlar diye ekmek arası köfte satmaya koyulunca garsonluğa göre çok daha iyi kazanmaya başladı ve yaşamımız biraz daha iyileşti.

“ZİNCİRLİKUYU YAPI ENSTİTÜSÜ’NÜN DUVARCILIK BÖLÜMÜ”

İstanbul Zincirlikuyu’daki Yapı Enstitüsünün duvarcılık bölümünden 1959 yılında mezun oldum. Her gün okula gitmek için bindiğim belediye otobüsünün penceresinden, önünden geçtiğim Tarabya Oteli inşaatını hayranlıkla seyrediyor, bu işleri kotaran mühendislere olağanüstü kimlikler yakıştırıyordum. Ah bir yolunu, yöntemini bulup ben de mühendis olabilsem diye kendi kendime neler kuruyordum neler? Olası mıydı bu? Mühendis olabilir miydim?...  Olabilirdim tabi, neden olmayayım? Eğer sen istersen o bir hayal değildir diye hangi kitapta okuduğumu anımsayamadığım ama inandığım bir özdeyiş vardı. Hiç başka yolu yok er ya da geç ben de mühendis olacaktım.

TERME’DEKİ İNŞAATLARDAN

BELEDEİYE FEN MEMURLUĞUNA

Yapı Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Terme’de inşaatlarda çalıştım. Belediye Fen Memurluğu yaptım. Bir an önce askerlik yapabilmem için babamın bulduğu iki yalancı şahitle ve mahkeme kararı ile yaşım büyütüldü. 1960 yılında yönetime el koyan askerler lise ve dengi okul mezunlarını yedek subay öğretmen olarak köylere gönderiyorlardı. Ben de bu kervana katılıp Kırklareli’nin Vize İlçesi Balkaya Köyü’nde ilkokul öğretmeni oldum. Köyde iki yıl öğretmenlik yapıp gerçek yaşım on dokuz iken askerliğimi tamamladıktan sonra birkaç yıl daha Terme ve İstanbul’da inşaat ustası olarak çalıştım. Getirisi çok iyi olan gecekondu ustalığı da yaptım Çayırbaşı’nda. Daha iyi bir iş ararken katıldığım sınavı kazanıp İstanbul Yol Su Elektrik Müdürlüğünde sürveyan olarak göreve başladım. Sendikalı işçi statüsünde çalışıyor toplu sözleşme ile elde edilen koşullarla dolgun maaş alıyordum. Bu arada birkaç kez başarılı olamadığım Yıldız Yüksek Teknik Okuluna giriş sınavını da kazanıp inşaat bölümünün gece kısmında öğrenime başlayınca dünyalar benim olmuştu sanki. Yıllarca peşinde koştuğu sevdiğine kavuşanlar kadar mutluydum. Gündüz çalışıp gece okuyarak beş yıllık okulu bitirip mühendis olmuştum sonunda. Aynı yıl okulunu bitiren çiçeği burnundaki öğretmen, o günlerin ve gönlümün şirin kızı, Mediha ile evlendik.

İNŞAAT YÜKSEK MÜHENDİSLİĞİM

EVLİLİĞİM, YÜKSEK LİSANS EĞİTİMİM

İstanbul Devlet Mühendislik Akademisi olarak adı değiştirilen okulumdan iyi bir derece ile mezun olduğum için yüksek lisans sınavına katılma hakkını ve yapılan seçme sınavlarını da kazandım. Böylece zorlukla girebildiğim okulumda lisansüstü eğitim de alıp,  İnşaat Yüksek Mühendisi olunca memleketim Samsun’a döndüm. Statik ve betonarme hesap, plan proje işleri yaparken, üç sermayedar ortağın parasal olanaklarını ve bizim teknik bilgilerimizi birleştirip kardeşim Haluk ile birlikte yükleniciliğe ve satılık daireler yapmaya başladık. Diğer yandan ülke koşullarının bana siyasi sorumluluk yüklediği inancıyla 1973 yılında Samsun Belediyesi meclis üyeliğine aday oldum, seçildim ve dört yıl meclis üyeliği de yaparak yerel siyasetle de tanıştım.

İNŞAAT İŞLERİMDEKİ ORTAĞIMLA

ALMANYA SEVDAMIZ

İnşaat yapım işinde ortağımız olan Cemal Bey ile 1974 yılında Almanya’ya yaptığım geziden çok etkilenmiştim. 1979 yıllında oralarda yeni bir iş kurmak amacıyla tekrar Almanya’ya gittim. Üç ay kaldığım Stuttgart’taki girişimler sırasında Almanların, özellikle resmi makamlardaki yetkililerin, Türkleri horlayan ve dışlayan onur kırıcı tutumlarına katlanmak hiç kolay değildi. Azerilerin Gezmeye her yer olar, ölmeye vatan gerek atasözünü, yüreğime saplanan hançer gibi algılıyordum. Varıyla yoğuyla, acısıyla tatlısıyla bir başkaydı insanın kendi ülkesi. Almanyanız sizin olsun diyerek bu sevdadan vazgeçip ülkeme döndüm.

KUŞADASI’NA YERLEŞME KARARIMIZ VE

İNŞAAT İŞLERİNE YOĞUNLAŞMA DÖNEMİMİZ

 Türkiye’de, anarşinin kol gezdiği, geleceğe kaygı ile baktığımız günler yaşanıyordu. Doğal güzelliklerine, iklimine, yaşam koşullarına imrendiğimiz Kuşadası’na yerleşmeye, orada yaşamaya karar verdik.12/Eylül/1980 de, tam da ihtilal olduğu gün iki çocuğumuzla birlikte Kuşadası’na ayak bastık. Bir gün geç kalsaydık, büyük olasılıkla hiç yola çıkmaz ve bambaşka bir hayatın yolcuları olurduk herhalde.

 O yıllarda Kuşadası 9500 nüfuslu küçük bir ilçeydi. Yeni bir heves ve heyecanla işe koyuldum. Plan, proje, statik ve betonarme hesaplar derken inşaat yapım işlerine başladım. Birkaç yıl sonra inşaat teknikeri kardeşim Haluk ve ondan birkaç yıl sonra da İnşaat Mühendisi olan kardeşim Nurettin de geldiler. Kurduğumuz şirket Kuşadası’yla birlikte büyüdü ve kendimizi yoğun bir iş hayatı içinde bulduk.

ÜLKEMİZİN BİRÇOK YÖRESİNDE

YAPTIĞIMIZ İNŞAATLAR DÖNEMİ

         Bugüne kadar, ülkemizin çeşitli yörelerinde Samsun, Kuşadası, Ankara, Antalya ve İzmir’de pek çok konut, otel, fabrika, işyeri inşaatları yaptık.

         Genç bir mühendis olarak hayata atıldığım ilk yıllardı. Samsun’un saygıdeğer tüccarlarından Ahmet Baskan ile tanışmış “Ticaretin en güzel hilesi dürüst olmaktır” sözünü İlk ondan duymuştum.

      Yaşam ve anlamı üzerine benim de birkaç söz söylemem gerekirse:

      Mühendisliğin, hekimliğin, hâkimliğin, şu ya da bu mesleğin okulu var. Adamlığın okulu yok ki. Mühendis olma süreci ertelenebilir, okula geç başlayabilirsiniz. Ara verir okuldan geç mezun olabilirsiniz. Ama adam olma süreci ertelenemez. “Hele bir okulu bitireyim de adam olurum”. “Hele bir para kazanayım, sonra adam olurum” denemez. Adamlığın okulu olmadığı için mezuniyeti de yoktur. Ömürle süren bir süreçtir adam olmak, insan olmak…

       İnsan isek eğer, insan olmak istiyorsak eğer, yaşamak için kaçınılmaz zannedilen, kurnazlık ürünü tertipler hazırlamakla uğraşmayacağız, ya da bize karşı kurulan tertipleri boşa çıkarmak için harcamayacağız zamanımızı. Akılsızlığın, kurnazlığın, bize doğru gibi belletilmiş yalanların değil, aklın, irfanın, bilimin, erdemin buyruğuna girip adam olacağız. Öyle yaşayıp, sevgi ile yaklaşıp, öyle hizmet edeceğiz insana ve insanlığa. Hilebazlar, kim bilir hangi amaçla, ne kadar uğraşırsa uğraşsınlar aklımızı çelmeye, tatlılara bulayıp yutturmaya çalışsalar da yalanlarını, doğru olanı ayırt etmeyi öğrenip, korumaya çalışacağız ülkemizi, çocuklarımızı, insanlığımızı ve insanlık onurumuzu..

YAZARLIĞIN TADINA VARABİLME

VE İLK KİTABIM; “BİR KASE SÜTLAÇ”

            Okuma ve yazabilme yeteneğimi yitirmeden önce, çocuklarıma, torunlarıma, yakınlarıma kalacak benim de söylenmiş birkaç sözüm olsun istedim. Bu duygularla  Bir Kase Sütlaç adlı ilk kitabı yazdım. Daha sonra Ruşen Hoca (Bozkırda Göveren Fidan), Eber Gölü ve İhtiyar avcı ile Mumusun adlı kitaplarım yayınlandı. Edebiyatla, uğraşan birçok ünlü yazar varken, yoğun iş yaşamı içinde, yaşı yetmişi aşmış bir yüklenici mühendisin edebi kitaplar yazması nasıl bir iştir diye kendimi sorguluyorum bazen.

      Mühendislik; matematik, fizik, kimya bilgilerinin, insanların somut gereksinimlerini karşılayacak bir eser meydana getirmek üzere sistemli bir dayanışma içinde uygulanmasıdır’, diye tanımlanıyor. Mühendisin görevi, bilimsel araştırmalarla elde edilen bilgiyi, teknolojik olgulara dönüştürerek, teknolojiyi, ekonomiyi gözeterek insan ve toplum yararı için kullanmaktır. Mühendis bu amaç doğrultusunda eğitilmiş ve tasarım yeteneği geliştirilmiş kurgular yapan bunu proje haline getirip uygulayan insandır. Yani yaptığı iş, hesaba kitaba dayalı bir tasarım ve bu tasarımı gerçeğe dönüştürme projesidir. Bana göre bir roman da, tasarlanan, kurgulanan kapsamlı bir projedir. Eğer yeteneği varsa, yeteri kadar okuyor ve edebiyatla ilgileniyorsa bir mühendis de iyi bir roman yazabilir. Bunun en iyi örneklerinden biri, genç yaşta ölen topoğrafya dersimizin hocası Oğuz Atay’dır. Büyük usta Fiyodor Dosteyevski de bir mühendistir.

          Okuma alışkanlığım ilkokul yıllarında resimli romanlarla başlamıştı. Okumak için ayırdığım zamanı işten kaçmak olarak yorumlayan annem, kaygısını roman delisi olacak bu oğlan diye dile getirirdi. Annemin bana zarar vereceğini düşündüğü bu tutkuya ileri yaşımda yazmayı da ekledim. Böylece ölümünden sonra da anılacak insan olmak duygusunun bir ucuna tutunabileyim istedim. Yazanlara öykündüm ve ben de birkaç kitap yazdım. Geçkin yaşıma karşın yazmaya çabalıyorum hala.

                Geothe’nin kısacık şiirinde işaret ettiği gibi;

                “Biliyorum ki ben,

                Ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler dışında,

                Hiçbir şeye sahip değilim.

                Biliyorum ki ben,

                Tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım anlar dışında,

                Hiçbir şeye sahip değilim.”  / Prof.Dr.Tevfik Ayan 

      İlginç bir yaşam ve her anı iyi değerlendirilen zorluklarla elde edilmiş mühendisliğin sizi götürdüğü yer. Planlanan mı yoksa yaşamın çizdiği yolun seni götürdüğü yer mi? Bu gerçek yaşam öyküsünü okuduktan sonra yorumlayıp siz karar verin.

      Söyleşiyi tamamlayıp “teşekkür edip” Halit Ultav’ın yanından ayrıldıktan sonra bir kaç kez konuştuk ama anlattıklarında çok özgündü. Soru sormama ihtiyaç bırakmamıştı.         

HALİT ULTAV

KİMDİR?

     İlkokulu ve Ortaokulu 1943 yılında doğduğu Samsun’un Terme ilçesinde okudu.

1957 yılında öğrenime başladığı İstanbul Yapı Enstitüsü’nden 1959 yılında mezun oldu. Askerliğini, o yıllara özgü bir görevlendirmeyle gittiği, Kırklareli’nin Vize ilçesi Balkaya Köyü’nde Yedek Subay öğretmen olarak yaptı. Daha sonra Terme’de inşaat kalfası ve Belediye Fen Memuru, ardından İstanbul’da, inşaat ustası olarak çalıştı.

     1965 yılında sürveyan olarak göreve başladığı İstanbul Yol Su Elektrik Müdürlüğü’nde çalışırken gece devam ettiği Yıldız Teknik Üniversitesi’nden İnşaat Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. O günden bugüne proje mühendisi ve şantiye şefi olarak sürdürdüğü yaşamına; özgün, özel konutlar yapan inşaat müteahhidi, yönetici ve işveren olarak devam ediyor.

     Kendi yaşam albümünden ansıyanlarla birleştirdiği; Anadolu’dan kültür ve yaşam analizleri, özgün araştırmaları ve gerçek yaşam öyküleriyle zenginleştirdiği, her kültürden bir tutam nefesin yer aldığı, hepsi gerçek yaşam öykülerini yansıtan, yayınlanmış dört kitabı var.

HALİT ULTAV’İN YAYINLANAN

DÖRT KİTABINDAN KISA KISA

BİR KASE SÜTLAÇ

     Halit Ultav bu kitapta; kişi, zaman ve mekan analizleriyle birlikte kendi yaşam öyküsünü anlatıyor. Yeri geldikçe konuyla bağlantılı görüş ve düşüncelerini duygularının sıcaklığıyla sarmalayarak aktarıyor. Düşündüren, özgün, barışık anlatımını, görüşlerini destekleyen alıntılarla pekiştirerek bir tür yaşam kılavuzu oluşturmuş.

RUŞEN HOCA (Bozkırda Göveren Fidan)

     Ruşen Hoca; çobanlıktan öte bir geleceği hayal bile edemezken, Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla aydın bir öğretmene dönüşen, köy çocuğunun biyografisi. Anadolu’nun kıraç topraklarında yeşeren bu fidanın yaşam öyküsü ile birlikte, Enstitülerin kuruluşunu, işlevini ve kapatılmasını sevinç ve hüznün birbirine karıştığı duygularla okuyacaksınız.

EBER GÖLÜ VE İHTİYAR AVCI

     Sevdadan siyasete, köylüden şehirliye, avcıdan kalem efendisine insan davranışlarından kesitler sunan, güldürürken düşündüren öyküler bulacağınız, tadına vararak okuyacağınız bir kitap.

MUMUSUN

Mübadele öncesi Kapadokya’nın büyülü ortamında, Türklerle Rumların bir arada; derdi, kederi, sevinci kardeşçe paylaşarak yaşadığı bir köy Mumusun. Bu köyün yamaçlarına kazılmış mağaralarda doğup büyüyenlerin günümüze kadar uzanan yaşam öyküsü. Osmanlının son yıllarına ait gerçeklerin, o yıllardaki tarihsel kesitlerle birlikte anlatıldığı hüzünle sevincin sarmaş dolaş sürüp gittiği yaşanmışlığın öyküsü. Mumusun’da doğup İstanbul’da devam eden çelişkilerle örülü hayatların, büyük değişim ve dönüşümlerin yaşandığı dönemdeki insan hallerinin anlatıldığı sürükleyici bir roman.