BİR ŞEHİT BABASI İLE TANIŞTIM

Alican DEĞER 11 Nis 2017

Alican DEĞER
Tüm Yazıları
​Evlat... Dağ gibi. Filinta gibi. Evlat, canından daha önde. Umudun, gururun.

Evlat... Dağ gibi. Filinta gibi. Evlat, canından daha önde. Umudun, gururun.

Bir şehit babası ile tanıştım önceki gün. Dünya dertlerinin ne kadar anlamsız olduğunu anlatıverdi. Oysa hiç birşey söylememişti. Kendi halinde sessizce, boynu bükük çalışıyordu.

Sonra sohbet ettik. Geçen yıl, PKK, Kızılay’da bomba patlattığında otobüsün içindeymiş. 29 yaşındaymış. Yanındaki arkadaşı ağır yaralanıp kurtulmuş. Kendisi anında hayatını kaybetmiş. Oysa bir hafta sonra nişanı varmış.

Babası bir halı tamircisi. Hem sanatkar, hem zanaatkar. İşi ilmik ilmik antika halı onarmak. Santimetre karesinde bin 100 ilmik olan ipek telleri birbirine bağlamak. Sabır işi. Hem de ne sabır.

Ama sohbet etmeye başladığında 40 yıldır mesleğin oluşturduğu sabrın acı ile kırıldığını görüyorsunuz. Telefonundan evladının fotoğraflarını gösteriyor. Sonra çağrıldığı töreni, Başbakan ile fotoğraflarını, omuzunda duran elin hangi bakanın eli olduğunu anlatıyor.

5 dakika sonra tekrar anlatmaya başlıyor. Aynı sıra ile. Belli ki aklında başka bir düşünce yok. Kafasında sürekli aynı şeyler var. Dilinde de öyle.

Acı, sanki gökyüzünden inmiş yüzüne yerleşmiş. Tevekkül tabii ki var. Ama o acı hep orada duruyor. Gözünün kenarında, sakalının kıvrımında, yüreğinin tam ortasında.

Masum, 29 yaşındaki bir genç adam. Artık kötü sıfatları tüketen bir terörist örgüt tarafından Ankara’nın göbeği, Kızılay’ın tam ortasında patlatılan bomba ile hayatını kaybetmiş. Hatırlayan belki bir kaç kişi. Ama biri var ki, o tüm unutkanlığı telafi edecek kadar oğlunu hatırlıyor.

O acı, günlük koşuşturmacalara, anlık telaşlara, eften püften dertlere kafa tutuyor. Haykırıyor: “Gerçek olan benim. Bir babanın evladına duyduğu özlemim ben. Bir babayı ayakta tutan gücüm ben. Hem teslimiyet, hem isyanım.”

“BUNLARIN HEPSİ YAHUDİ”

Sultanahmet, Bab-ı Ali civarı dolaşıyorum. Sabahın erken saatleri. Derken bir mezarlık görüyorum. Osmanlı’dan kalma. Cumhuriyet dönemi defnedilen bir kişi var. Bakanlar kurulu kararı ile. Osmanlı Ailesi’nden. Üstelik aile lideri.

Onun dışında Osmanlı’nın son dönem yöneticileri, aydınları. Hepsi bir arada. Mezarlık çok bakımlı. Ama mezarlar da bir o kadar güzel. Mesela bir Kaptan Paşa’nın mezarının üzerinde yelken heykeli var. Bir yöneticininkinde ise, kağıt kalem figürleri. Mezarlıkların çoğu ağırbaşlı. Bir kaç tane çiçek, yıldız figürlü göze çarpıyor.

Derken iki kişi yaklaşıyor bulunduğum tarafa. Biri anlatıyor. Sabahın sessizliğinde kulak misafiri oluyorum. Osmanlı yöneticilerinin ve padişah sülalesinin gömülü olduğu mezarlıkta “Yahudi” olanları sayıyor kendi tesbitlerine göre. “Şunun annesi, şunun kökeni” diyerek delillendiriyor kendince. Ben de sohbete katılıyorum. “Nereden biliyorsunuz” diye. Cevabına göre mezar taşlarının üzerindeki figürlerdenmiş. Ama ben bakıyorum, onun kondurduğu anlamları göremiyorum. Mesela bir çiçek varsa, bu çiçeği “gizli” bir inanca yorumluyor. İşin mantığına ters. Mezarlarlardan biri padişahlık devam etse, padişah ve halife olacak bir kişiye ait. Ona da aynı yaklaşım.

Sonra kendini tanıtıyor. Bu konuda kitaplar yazmış, internet sitesi varmış. Derken 8-10 kişilik bir grup giriverdi içeriye. İstanbullu turistler. Başlarında bir rehber. Kültür turu yapıyorlar. Belli ki yaşadıkları kenti daha iyi tanımak isteyen sıradan insanlar, aileler. Rehberi çevirip, onlara da aynı şekilde anlatmaya başladı. Önce antisemitik olmadığını söyledi. Ama anlattıkları hiç de öyle durmuyordu. “Şu Yahudi, bu Yahudi” diye devam etti. Çoğunluğu kadın olan küçük grup bir süre dinledi. Sonra rehber müdahale edip “biz devam edelim” deyince ayrıldılar.

Grup uzaklaşırken, anlatan adam beraber dolaştığı arkadaşının koluna girdi ve yürürken biraz önce kendisini izleyenleri işaret ederek: “Aslında bunların da hepsi Yahudi” deyiverdi.