AKIL DANIŞMAK GEREK

Ümit G. CEYLAN 14 May 2020

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
İnsanoğlu kendi aklı ile övünür ve de en büyük hatayı da işte o noktada yapar.

Bu konu çok ayrıntılı, derinlikli ve yer yer de uzmanlık gerektiren bir alan. Akıl meselesi tarih kadar kadimdir elbette. Kime akıllı diyeceğiz? Akılsız kimdir gibi tanımların içine girmek genel manada işin kitabını yazmak gerektiği için biz kendi alanımız olan iletişimden bakarak konuya değinmek istiyoruz. Zira insan ilişkilerinin ana noktası olan insanın aklı ile ilgili nasıl bir değerlendirme yapacağız ve kendimizi nasıl koruyacağız? Toplumsal hayatın her noktasında insanla iletişimimiz var. Ama bunların bir kısmı ile çok yakın ve hayatımızı değiştirecek şekilde bağlantımız var. Bu nedenle akıl önemli bir unsur ve insana bakışımızı da oluşturan bir neden olarak karşımızda duruyor. Akıl danışmak akıllının işidir. Hem çevremizle istişare ederiz, hem de inancımız ve kalbimizle iletişime geçeriz; biz buna aklı selim deriz.

Akıllı olan danışır

İnsanoğlu kendi aklı ile övünür ve de en büyük hatayı da işte o noktada yapar. Zira aklını övünülecek bir şey olarak görmek en büyük aptallıktır. Akıl da el gibi kol gibi kaybedilecek, bir anda elden gidebilecek bir şey olduğu unutulmamalı. İnsanlara faydalı olan akıl övünülecek akıldır. Aynı zamanda başkalarına danışmayı, istişare etmeye önem veren akıl değerlidir. Hazreti Peygamberin sünnetinde de bu uygulamayı sık sık görmekteyiz. Hendek Harbi’nde hendek kazılmasını bir İranlı sahabenin fikrini benimsemesi gibi. Her işin çaresi onu bilene danışmakla ve konuşmak, tartışmak ve içini dökmekle olur. “Akıl akıldan üstündür.” seklinde atasözlerimiz de vardır. Profesyonel bir iş adamı bile ancak işinde danışmak sureti ile başarılı olur, aksi halde o kişi pişman ve perişanı olur. En çok danışanlar akıllarına gerçekten güvenen ve kendilerini bilen kişilerdir. Esas olan aklı farklı tefekkürlere açık kılmaktır. Ortak akıl dediğimiz durum da bunun özetidir. Yanılma payı minimize edilir.

Aradaki fark

Akıllı ile akılsız arasındaki en bariz fark birinin kendi çıkarlarını, diğeri ise toplumun çıkarlarını düşünüyor olmasıdır. Kendi çıkarlarını düşünen kişiye gerçekten çok akıllı olsa bile danışmak faydalı değildir. Zira liyakat ve ahlak birbirini tanımlayan unsurlardır. Akılsız bir insana ya da ahlaksız birine hazineyi teslim eder misiniz? Hem ahlaksız hem de akıllı birine hazineyi teslim eder misiniz? Akılsız ama ahlaklı birine hazineyi teslim eder misiniz? Tüm bunları düşündüğünüzde hepsinin akıllı bir kişide toplanması gerektiğini düşünürüz. Ayrıca biz aklı salt zekanın bir belirtisi ve yüksek problem çözme kapasitesi olarak düşünmediğimiz için akıllı insanda bulunması gerekenlerden biri de ahlak ve bunun yanında bilgiyi de koyuyoruz. Özellikle akıl ve bilgi zararlı ve faydalı şeyleri birbirinden ayıran iki değerdir. Aklı selim olmak gerekir. Aklı selim olmak aklın bilgiyle sarmaş dolaş olması gerekir. O zaman Kuran’ı idrak etmek, emredileni doğru akletmek, fikretmek, hissetmek ve yaşantımızda doğru davranış haline getirmektir. İnançla ve ahlakla beslenen akıl ve bilgi insanı alim ve irfan sahibi yapar. Bir atom alimi, atom bombası yapıp insanlığın üzerine bırakmaz. Atom alimi insanlık refahına, mutluluğuna ve huzuruna yönelik bir enerji kaynağı olarak ondan üretilen ürünleri insanlık hizmetine sunar. Bu bir insanlık mefkuresidir.

Akıl sınırlı mıdır?

Akıl yaratılıştan İslam’a uygun, doğru düşünme mantığının bir dinamosudur. Sonradan oluşabilecek arızalar itibariyle, kısıtlı olabildiği gibi, kalp gözünün açılmasıyla da gelişebilir. İdrak açılıp aklını kullanma becerisi gelişebilir. Akıl, duyuları da işin içine katacağı durumlarda karar verebilir. Gözümüzle görmediğimiz bilmediğimiz şeylere karşı akıl yürütmek için bazen hislerimizi de devreye sokarız. Ancak burada çok önemli bir husus var ki; o kişinin hislerini devreye sokabilmesi için, aklın belirli bir olgunluğa, yani salim akla erişmiş olması gerekir. Çünkü yanlış ve doğruyu ayırt edebilen bir akıl olmazsa olmazdır. Akıl iradeyi doğru yönde etkilemeli ve yönlendirmelidir. İnanca ve kalbe dayanan bir akıl aynı zamanda salih bir kulun düşünce mantığını da oluşturur. Allah’ın rızasına yönelik bütün duygu, düşünce ve davranışlarımız salim aklın önerdiği, salih kulların benimsediği bir akıldır ki; inancımız kadar kadimdir vesselam. 

VAKIFLAR HAFTASI

11-17 Mayıs haftası Vakıflar haftasıdır. Vakıfcılık bizim sivil toplum geleneğimizde çok önemli bir yer tutar. Bu kurumlarının tarihçesi aslında çok eskidir. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi ile birlikte oluşmuş sivil girişimlerdir. Zira Türklerde sınıf ayrımı olmadığı için devleti oluşturan da milletti. O yüzden milleti yaşat ki devlet yaşasın denir. Bu nedenle de Türk milleti devletin bir parçasıdır. Millet, devletin bir parçası olarak sivil teşkilatlanmalarını da kurmuşlardır. Bunlardan en önemlisi 12.yy başında kurulmuş olan Anadolu Ahilik teşkilatı ve onun hanımlar kolu olan Baciyan-ı Rum’dur. Bizde sivil toplum kurumları Batıdaki endüstrileşme ile birlikte olmamıştır. O yüzden de bu konuda batıdan ayrılırız. Vakıf kültürü bizde yaratılmış her şeye Yaradan’dan ötürü saygı, sevgi ve koruma vardır. Bizde çok eski vakıflar vardır ve hala kuruluş amaçları doğrultusunda hizmet vermektedirler. Vakıflar, devleti yaşatanın millet olduğunu kanıtlayan en önemli kurumlardır. Vakıflar haftamız kutlu olsun.

AAAH ÇOCUKLUĞUMUZ!..

Bir bakış, bir gülüş, bir duruş muazzam bir suret verir insana. Görünen yüz inançlı ve ümitli bir bakıştır. Tebessüm içimizdeki ilahi sırrın yüze ve gamzeye yansımasıdır. Bir özgüvendir duruşumuz daima ileriye, geleceğe ve ötesine. Masum bir çocuğun masumiyetini besleyen sevgi, şefkat ve merhamettir. Neydi o çocukluğumuz, yokluğumuz ve yoksulluğumuz. Bir bilinmeyen bilmecenin bin bilinmeyeni gibi algılanışımız neydi!.. Biz de bir çocuktuk adam olacaktık. Adam olmak demek kaslı, pazulu, bıyıklı sakallı olmak demekti. Çalışmak para kazanmak, yaşlanan anne babaya bakmak demekti. Belki evlenmek baba olmak çocuklarını sevmek, şefkat ve merhamet etmekti. Okumak mı dediniz; okumak köyün zengin çocuklarının hakkı gibiydi. Çocuk aklıyla düşünüyor da insan herşey çelişkili ve herşey iç içe girmişti. Hani çocuğuz ya sen sus bakalım, çocuklar böyle konulara girmez. Aklın ermez. Bıyığın çıkmaz; sanki biz kahve içiyor muyuz gibi. Algı o zaman da vardı. Şimdilerde devir imaj devri. Görünürde halimiz, sureti halimiz, oysa içimizdekiler bir bilinse dökülürdü bütün sırlarımız, küpler dayanamaz çatlardı iyi biline!.. Ahhh çocukluğumuz; bir odalı evde, beş nüfus, hüzünlü bir anne, suskun bir baba, bir sehpa üstünde pırpır parlayan, her an sönüverecekmiş gibi olan bir gaz lambası ve etrafında ders çalışan başı tıraşlı üç çocuk!.. Lambanın ışığı oynatıyor gölgeleri  bir sinema gibi duvarlarda. Sihirli bir iklim sihirli bir Alaaddin lambası gibi.  Öyle başlamıştır çocukluğumuzun sinema özlemi. Hücrelerimize kadar işlemiştir sinemanın sihri. Bir seyyar sinema düşer köye. Bir koyun ağılı çevrilir, beyaz perde asılır duvara. Bir motor çalışır kapıda bir biletçi keser biletleri, duhuliye yirmibeş kuruştur. Bir de afiş vardır kapıya asılan, özgür bir çocuk inançlı mı inançlı, ümitli mi ümitli benim gibi... Öyle ufki bakıyor ki, ileriye bakan, özgüvenle geleceğe bakan vesselam!..

KONTROLLÜ SOSYAL HAYAT

Memleketimizde altmışbeş yaş üstü hafta sonunda dört saatliğine sokağa çıkma izni verildi. Yaşlılarımız özgürce güneş gördü ve parklarda nefes aldılar. Karagöz;

- Bir gençler bir yaşlılar bir de orta yaşlılar. Parselledik zamanı desene Hacivat’ım!.. İhtiyar oluşumuz da tescillendi, topun ağzındayız. Bir taraftan da üzülüyorum.

Hacivat karşı balkondan Karagöz’ün üzülmesine üzülür.

- Karagözüm üzülmemelisin!.. Daha geçen gün yok başım ağrıyor, yok kolum, bacaklarım, mangal maşalarım sızlıyor diye vıyaklamıyor muydun? Bak işte nasıl da iyi geldi az daz olsa, bu sokağa çıkma özgürlüğümüz.

- Elbette Hacı cavcavım!.. Pazar günü sokağa çıktık, çocuklar gibi şendik. Hakikaten iyi geldi Hacıvat’ım!..

Hacivat‘ın Karagöz’e ağrı ve sızılarını hatırlatması Karagöz’ün Hacivat’a hak vermesi Karagöz’ün üzülmesi için kalmadı bir bahanesi. Hacivat;

- Karagöz’üm inşallah haftaya da dışarıya çıkabiliriz. Bu gidişle pazarı iple çekeceğiz.

Karagöz sinirlenerek karşılık verir Hacı Cavcava;

- Keşke her gün sokağa çıkabilsek! Çocuklar gibi sevinebilsek!.. Yine parklara gidebilsek!.. Özgürce nefes alabilsek!..

Karagöz’ün bu sözüne karşılık yine uyarır Hacivat Karagöz’ü.

- Karagöz’üm tuhaf tuhaf konuşma. Az sabır. Dellendirmeyelim bu illeti. Yavaş yavaş bu da olacak. Dahası kontrollü sosyal hayat devreye girecek bunu bilmelisin.

Karagöz emme basma tulumbası gibi kafasını sallar.

- Önümüzde bayram var, seyran var. Sarılalım, öpüşelim, hasret giderelim. Muhabbet ünsiyet kesbedelim.

Hacivat yine uyarır Karagöz’ü;

- Orada dur Karagöz’üm.  Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kültürümüz de değişecek.

Karagöz bu illetin bütün insanlığı nasıl hizaya getirdiğini tefekkür eder ve pandeminin ne menem şey olduğunu idrak eder. Birlikte sohbete veda ederler.

“Evde kalıp hapis olduk demeyelim. Kontrollü sosyal hayatı özümseyelim.”

ÜÇ MAYMUN BİR ODUNCU

Altmışını geçtikten sonra saymıyordu yaşını, saymaya saymaya unutmuştu da...

Çoluğunu çocuğunu evlendirip ,eşi rahmetli olduktan sonra bırakmıştı dünya telaşesini. Bu hal onu ahiret hayatına bir nebze daha yanaştırmıştı. Bu hikayenin has kahramanı üç maymunu oynayan oduncudan başkası değildir.

Terk edilmiş bir barakada, çam ağaçlarıyla kaplı bir dağın yamacında ramazan ayında kendine münzevi bir hayat kurmuştu. Çarşıya, pazarın kurulduğu Cuma günlerinden başka bir gün inmezdi. Dağdan her gün topladığı aynı boyda kesilmiş doksan dokuz çam odununu fakire fukaraya dağıtmaya inerdi. Dedim ya üç maymunu oynuyordu o vakitler. Selamları tebessümle alıyor  KONUŞMUYORDU. Hatırını soranlara iyiyim demek için sağ elini göğsüne koyup tebessümle kafasını sallıyordu. Dedikodu cemaatlerinin yanından kaşlarını çatarak kalkıyor ve söylenen hiçbir şeyi DUYMUYORDU. Hiçbir kötü hali kavgayı GÖRMÜYORDU, sessizce çekilip kendi kabuğuna, gidiyordu.

Odunlarına en büyük talip analarının pişireceği ekmek için sıraya giren çocuklar oluyordu. Beşer altışar taşıyabilecekleri kadar odunu kucaklayan çocukların “Allah razı olsun dede” demeleri sıkışan ve daralan yüreğini ferahlatıyordu. Belki de dünya şu hatır şinas çocukların olsa daha güzel bir yer olurdu. Bilirdi içinde emek barındıran en mukaddes lezzetin ekmek olduğunu.

Son bir odun son bir odun ki doksan dokuzu tamamlayayım diye sık ağaçlar arasında şiddetli yağmurdan nasibini almıştı. Toprak yol iyice çamurlaşmış ayağını kaydırıyordu. Sırtında ıslandıkça daha ağırlaşan odunlarla yürümek bir hayli zorlaşıyordu. Düşünüyordu o vakit; yol insanını seçiyordu, insan yolunu değil.

Sırtındaki çuvalın altından başka kuru yeri kalmamıştı. Yağmur yaşlanan derisinin kırışıkları arasından terle karışıp akıyordu yüzüne ve çuvalını sıkı sıkı tutan ellerine.

İftara yakın bir saatte kulübesine nihayet doksan dokuz odunla dönüp, evvela sobanın arkasındaki duvara ıslanan odunların büyük bir titizlikle sıraladı. Sırılsıklam esbabını değişip sobasını yaktı, kuru elbiseler ve yavaş yavaş odanın içini ısıtan soba iyiden iyiye üşütmüştü onu. Sobanın üstüne tarhana çorbasını koyup ekmeklerini kurutmaya durdu oduncu. Titriyordu, elleseler sobadan eli yanmaz alnında yükselen ateşten eli yanardı insanın.

Üşüyordu, içi üşüyordu... Biliyordu ki bir lokma sıcak tarhana ısıtacaktı içini. Bir çıralı çam odunu daha attı sobasına, alevler yüzünde nurani bir ışık olup yayıldı evin içine. İçi alev alaz...

Her gece sahurunda tüm uzuvlarıyla niyet ettiği orucunu günahsız açıyordu üç maymunu oynayan oduncu.

Peki biz ne kadar üç maymunu oynayan oduncu olabildik, kötüyü konuşmadık, kötüyü demedik, kötüyü görmemek için gözlerimizi yumduk...

Sen sevgili okur bu hikayenin içinde bir yer bul kendine, ya oduncu, ya odun, ya baraka yada sevinçle kucaklamış olduğu bir miktar odunu evine götüren o çocuk ol. Ama üç maymunu oyna kendi dünya düzeninde, kötüye kapalı et kendini.

Ben oduncunun ateşe attığı o çam odunundan geriye kalan bir avuç kül olabildim sadece bu da bir hiç eder mi?

İftarın bereketli orucun kabul olsun...