ANKARA'NIN SON AFRİKA SEFERİ: NEDEN ÖNEMLİ?

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları
Gündem hızını hiç yitirmediğinden son Afrika turunun önemini tam sindiremeden iştahla yeni konuları tartışmaya atladık.

Gündemin çok hızlı değiştiği bir hafta geçiriyoruz. Haftaya Sayın Erdoğan’ın Afrika turunu konuşarak başlamıştık. Gündem hızını hiç yitirmediğinden son Afrika turunun önemini tam sindiremeden iştahla yeni konuları tartışmaya atladık. Oysa Afrika’da gerçekleşen 4’lü toplantı dahil atılan adımlar hem Türkiye’nin dış politikası açısından hem de bir süredir sürdürdüğü ve artık meyvelerini de topladığı Afrika açılımı açısından son derece önemli.

Özel bir Afrika Stratejisi

Türkiye’nin Afrika’da var olma stratejisi, Afrika’da varlık sürdüren aktörler arasında anılma politikası yeni değil. Kimi uzmanlar 1990’ların sonunda Afrika’da devletlerin özelikle askeri kuvvetlerini yeniden yapılandırma çabasına bağlı olarak iş birliği isteklerini Ankara’ya ilettiklerini, müspet cevapla döndüklerini aktararak Afrika’ya yönelişi Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası genel pozisyon belirleme, eksen genişletme çabasının bir parçası olarak zikrediyor. Yine de kritik tarihin 2005 olduğunu kimse yadsımıyor. Çünkü 2000’lerde Ankara Afrika’ya yöneliminde daha “bütüncül” bir anlayış geliştirmeye karar veriyor. Bu Türkiye’nin kıtada hem sert hem de yumuşak diplomasi ve sektörel iş birliği ile var olmaya çalışacağını gösteriyor. Ticari potansiyelin farkındalığı ve insan kaynağı üzerinden ticari potansiyelin geliştirilmesi bu dönem Afrika siyasetinin anahtarları. Dönem, Türkiye’nin Ortadoğu-Körfez-Doğu Akdeniz hattında “ticaret barışı” fikrini öne çıkarttığı, sermaye birikimi ve yatırım olanaklarını dış politika aracı olarak çeşitlendirmeyi tasarladığı bir dönem olduğu için aslında Afrika açılımı Ankara’nın ticari-ekonomik-insani işbirlikleri üzerinden istikrarlı bir çevre inşa etme stratejisinin derinliğini oluşturuyordu.

Derinlikten yakınlığa

Tabi bu stratejinin “yakın çevre” ayağı Ortadoğu’nun geçirdiği sarsıntılar nedeniyle kabuk değiştirmek zorunda kaldı. Buna rağmen ticaret barışı ihtimali tamamen unutulmuş değil. Daha önemlisi, Afrika derinliği Ankara’nın stratejisindeki kabuk değiştirmeye uyumlandırılacak şekilde “derinlikten” ziyade “yakınlık” üzerinden tahayyül edilmeye başlandı. Bugün geldiğimiz noktada dilimize pelesenk haline getirdiğimiz belli sayılar var: Afrika’da Türkiye’nin 43 büyük elçiliğe sahip olması gibi, THY’nin kıtada 61 uçuş rotasına sahip olması gibi. Bu rakamlar Türk dış politikası açısından kıtanın derinlikten yakınlığa geçişinin de somut göstergesi. Böylelikle zaman içerisinde Türkiye’nin Afrika açılımının sadece bütüncül değil kapsayıcı hale geldiğini görüyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı son dönemde Afrika siyasetini açıklamak için bu kavramı da sık sık kullanıyor.

Bilindiği gibi özellikle 2011 sonrası Körfez ülkelerinin güç kazanması, Yemen ve Libya’daki iç karışıklıkların etkisi ile Ortadoğu’daki jeopolitik mücadelenin bir ekseni Afrika Boynuzuna, Kızıl Deniz- Doğu Akdeniz bağlantısına kaymıştı. AB’nin 1990’larda sahip olduğu girişim önceliğini sürdürememesi 2011 Arap Baharı ve sonrasında AB ve bazı AB ülkelerinin ataleti ile birleşince, burada Brüksel için alanı oldukça daralttı. Avrupa’da faaliyet gösteren düşünce kuruluşlarında bu daralmanın telafisi için üçüncü ülkelerle iş birliğine gidilmesinin önerildiğini sıklıkla görüyoruz. Dolayısıyla Brüksel, sahanın çok aktörlü doğasının yakın zamanda değişmesini beklemiyor. Bu gelişmeye koşut olarak, söz konusu alan stratejik risklerin yönetilmesi adına yeni ortaklıkların arandığı çok aktörlü bir sahaya dönüştü. Türkiye’nin “istikrar sağlayıcı askeri güç” olarak Libya, Somali ve Sudan’da yeni kabiliyet ve üsler elde etmesi bu sürecin bir parçasıydı. İşte kapsayıcılığın vurgulanması, Kuzey Afrika ve Afrika Boynuzu dışında Orta ve Batı Afrika’nın Türkiye’nin ilgi alanına ve işbirliği çemberine dahil edilmesi, meselenin sadece bir “Afrika Büyük Oyunu” olarak görülmediğinin bir göstergesi olması bakımından çok önemli.

Çeşitlendirme ya da kazan-kazan

Nitekim biliyoruz ki Ankara uzun bir süredir Afrika ülkeleri için savunma sanayi ve güvenlik inşası (insan kaynağı eğitiminden terörle mücadele iş birliğine) açısından bir çeşitlendirme merkezi ve farklı kıta ülkeleriyle ilişkilerini geliştirerek Afrika politikasını sadece tek hatlı götürmemek kararlılığında. Burkina Faso, Çad, Gana, Moritanya ve Senegal ile bu yönde yapılan anlaşmalar Türkiye için önemli bir pazarın varlığını da gösteriyor. Nitekim geçen sene yayınlanan İngiltere merkezli bir düşünce kuruluşunun raporunda Türkiye’nin savunma sanayi tedarikçileri arasında Dünya’da yaptığı atlımdan bahsedilmiş ve bu atılımın dayandığı pazarlar arasında Ortadoğu ve Afrika pazarının altı çizilmişti. Son yapılan anlaşmalarla Türk savunma sektörü açısından listeye yeni ülkelerin eklenmesi, bu arada ECOWAS liderliği ve Batı Afrika’daki statüsü nedeniyle Nijerya ile temas kurulması pazarın istikrarsızlıklarına karşı Türkiye adına bir güvence. Ayrıca ilişkilerin sadece tek ülke merkezli yürütülmemesi, kapsayıcı iş birliğinin tüm güvenlik risklerine (örneğin tüm terör örgütlerine) yönelik açıklanması Ankara’nın Afrika politikasını bölgeye angaje üçüncü güçlerin politikasından ayrı bir model üzerinde yürütmek istediğini, bu modelle kendine alan açmaya çalıştığını gösteriyor. Ankara’nın geleneksel ilgi alanının dışında görülen Angola, Togo ve Nijerya ile geliştirilen ilişkinin seviyesi, bölgesel güç statüsündeki Nijerya’nın Türkiye ile ilişki konusunda istekli davranması Ankara’nın alan açmakta başarılı olduğunu dost ve rakiplere gösteriyor.

Afrika’da “büyük güç yorgunluğu”

Mesele sadece, çok da önemli olan Türk Savunma Sanayi için yeni pazarların yaratılması yani bir pazar meselesi değil. Mesele askeri ve güvenlik personelinin eğitiminden tutun Türkiye üniversitelerinde okuyan Türkiye’yi bilen, Türkiye’ye dost bir Afrika elitinin ortaya çıkma meselesi. Bu noktada Türkiye’nin kendisine alan açması ve açtığı alanları koronavirüs krizinin yarattığı ekonomik daralmada koruyup genişletmesi yabana atılmamalı. Elbette Türkiye’nin elini kolaylaştıran çeşitli unsurlar da var. Öncelikle bölge “büyük güç yorgunu” bir bölge. Herkes eğilimine göre bu yorgunluğa bir isim veriyor: Fransa Yorgunluğu, Belçika Yorgunluğu, Rusya Yorgunluğu, Çin Yorgunluğu. Bu yorgunluklar, dış güçlerin Afrika’da yapısal dönüşümleri Afrika ülkelerinde yaratabilecekleri sosyal, sınıfsal değişim ve çalkantıları umursamadan stratejik açlıkla gerçekleştirmelerini anlatıyor. Bu yorgunluklarla baş etmek için Afrika elitleri darbe, terör saldırıları, yoksullaşma ve iç çatışmalarla sık sık kesilen ulus inşa süreçlerine ve bölgesel örgütlenmelere giriştiler. Afrika entelijensiası adına uzun, meşakkatli ve Macron’un Cezayir ile yaşadığı son minik krizde görüldüğü üzere hayal kırıklıklarıyla dolu bir süreçti. Türkiye hem bu hayal kırıklıklarında payı olmayan bir aktör, hem FETÖ gibi dış bağlantılarla araçsallaştırılmış terör unsurlarının yarattığı darbe girişimi gibi riskleri bertaraf etmiş bir ülke, hem de uluslararası reform çağrısı nedeniyle (çifte standartlı diplomatik uygulamaların ortadan kaldırılması dahil) Afrika elitleri açısından referans alınabilecek, güç birliği yapılabilecek bir söylem sahibi.

Bu üç unsurun kolaylaştırıcı etkisi, son Afrika turunda Togo, Liberya, Burkina Faso ve Türkiye arasında imzalanan ortak bildiride mücadele edilecek terör unsurları arasına DAEŞ, Boko Haram ve El-Kaide’nin yanına FETÖ’nün dahil edilmesini sağladı. Bu çok önemli bir gelişme. Dahası Türkiye’nin insani yardım ve terörle mücadeleyi harmanlayabilecek insan ve bilgi kaynağına sahip olduğuna inanıldığını gösteriyor. Bu açıdan Türkiye’nin Afrika’da denemiş olduğu STK-kamu diplomasisi iş birliği de rayına oturmuş görünüyor. Afrika bu açıdan çok stratejik bir deneyim kazanma sahası. Ankara’nın bu konudaki başarısı gelecek için bir yatırım ve Afrika için her zaman bir çeşitlendirme yani daha serbest hareket etme şansı. Türk heyetinin son Afrika ziyaretinin bu noktada tüm bu potansiyeli gözler önüne serdiğini gündemin hızına kapılıp atlamayalım.