BAŞKASININ KALIBINA GİRMEK

Ümit G. CEYLAN 27 Eki 2022

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
İnsan kendi olmalı. Kendini tanımalı. Kendi kalıbının hacmini bilmeli. Eksikliklerini, zaaflarını bilmeli. Kendini rahatsız eden şeyleri tespit etmeli.

İnsan kendi olmalı. Kendini tanımalı. Kendi kalıbının hacmini bilmeli. Eksikliklerini, zaaflarını bilmeli. Kendini rahatsız eden şeyleri tespit etmeli. Bir insanın kişiliği sabahtan yarına oluşmaz. Bu uzun bir süreçtir. Bilindiği gibi kişilik oluşumu evrelere ayrılır. Bu konuda en önemli evre ergenlik dönemidir. Sağlıklı bir ergenlik dönemi ileriki yaşlarda sağlam bir kişilik oluşumu için çok önemlidir. Yaşanan olumsuzluklar, travmalar, bilinçsiz ebeveynler ve kişinin karakterinden kaynaklanan yapısı kişilik oluşumunu olumsuz etkileyebiliyor. Veya bazı konularda kişilik gelişiminde sıkıntılar ortaya çıkabiliyor. Ama bazen de ne kadar olumsuz bir çevrede yetişse de kişi, genetik miras veya yaradılıştan kaynaklanan özellikler nedeniyle o çevreden kendini baştan ayağa, başarı ile inşa ederek çıkabiliyor.

Doğru adımı atmak

Kişilik özelliklerinin üstüne doğru örnekleri takip etmek, bilinçli bir muhakeme sürecine girmeyi de etkiliyor. Zaten doğrular doğruyu, yanlışlar da yanlışı getiriyor. O yüzden yanlıştan kaçınan bir kişilik yapısı elde etmemiz gerekiyor. Mesela bir kereden bir şey olmaz deyip küçük de olsa kural ihlal etmek başka kuralsızlıkları; kuralsızlık da başka yanlışların zincirleme peşi sıra yapılmasına sebep oluyor. O yüzden bilinçli veya bilinçsiz olduğumuzun farkına varmamız lazım. Ya da fark ettirenlere kulağımızı kapatmamamız; bir vicdan muhakemesi içinde olmamız gerekiyor. Yerden bir para buldunuz. Kimse de sizi görmedi? Burada nasıl hareket etmemiz gerektiğini söyleyebilir misiniz? Bir sürü seçenek sunabiliriz. Parayı kimse görmeden cebimize atabiliriz. İşte tam da bu noktada kendimizi nasıl hissederiz? İç sesimizi duyabiliyor muyuz? Duyduğumuz o ses bizi rahatsız etmeli. Ediyorsa doğru yoldayız demektir. Etmiyorsa duygularımızda bir yanlışlık vardır ya da kalbimizin sesini duymakta sağırlık çekiyoruzdur. Sigara içen bir doktorun hastasına sigarayı bırakması gerektiğini söylemesi etkileyici olabilir mi? İşimizi doğru yapmak hayatımızın doğru yolda gitmesini istiyorsak iyi, doğru ve güzel olanları tercih etmeliyiz. Bir kere suça bulaşan kişinin kendini suçtan uzak tutması daha zordur. O yüzden daha baştan hiçbir yanlışa bulaşmamalı, nefsimizin peşinde sürüklenmemeliyiz.

Şahsiyetini sen oluştur

Sadece sevilmek veya kabul edilmek ya da onaylanmak için başkasının kalıbına girmeyiz, girmemeliyiz. Kendi şahsiyetimizi oluşturmanın tek yolu kendimiz olmaktır. Şahsiyet oluşumunda en önemli etken ahlaktır. Ahlak kişiyi kendine özgü bir şahsiyet inşa ettirir. Hayvanla ortak olan yönlerimiz şehvet ve saldırganlık olmasına rağmen benlik bilinci, akıl düşünce gücü ile kötülük yapmak ise insana ait davranışlardır. İnsana ait bu davranışları intizama sokan ise ahlaktır. Ahlak insanı kendi vicdanıyla baş başa bırakan bir mekanizmadır. Vicdan bu âlemde yalnız olmadığımızı gösteren bir sensördür. Bu uyarıcı bize kendini düzelt kendine hâkim ol topluma karşı sorumlusun, doğanın bir parçasısın diyor. Bizim bir hatamız bir kıvılcımın ormanı yakması gibidir. İş, okul arkadaşı, komşu etrafımızda bir sürü yakınlık kurduğumuz insanlar var. Özellikle genç yaşlardayken başkalarının kalıbına girmek pek caziptir. Bu tarz ilişkiler sağlıklı değildir. İki kişiden biri kendi olamazken, biri diğerini kendi kalıbına alır, diğeri de o kalıba girmeye razı olursa bu iletişim kısa sürede bir yerde patlak verir. O yüzden kibre de girmeden, küçümsemeden dengeli ve sağlıklı bir iletişimin en temel prensibi hep söylediğimiz gibi orta yolu bulabilmektir. Kimsenin kalıbına girmeden; doğruları ve yanlışları ayırt edebilen bir kimlik ortaya koymak en doğrusudur. Zaten böyle bir iletişim şeklinde doğruyu gören kazanır, doğruya karşı inat eden kaybeder vesselam.

MİSAFİRLİKTEKİ RAHMET VE BEREKET

Şu salgınla birlikte misafirlik alışkanlığımıza sekte vuruldu. Kimse kimsenin evine gidemez oldu. Ama bana kalırsa biraz da bunu bahane eder olduk, işi tembelliğe vurduk. Çünkü evde misafir ağırlamak zor geldi insanlara. Zaten salgın öncesinde başlayan şu kafe alışkanlığı veya restoranlarda eş, dost ile buluşma kabak tadı vermeye başlamıştı da araya hastalık girdi. Arkasından hazır bu modayı tutturduk devam ettirelim dendi. Oysa misafir ağırlamanın bereketi, üstüne muhabbetin rahmeti bambaşkadır. Sofrada kuş sütü, kuru üzüm eksik olmasın derdine düşerseniz bunun adı misafirlik olmaz. Evdekilerle en kolayından ne olursa o aşı paylaşmanın huzuruyla aynı sofrada olmanın güzelliği bambaşkadır. Sonra üzerine içilen çayların, kahvelerin tadını hangi kafe verebilir. Misafir gelip gider o hafta yemekler bitmez bereketten. Öte yandan dostla edilmiş muhabbetin yüreğimizi hafifletmesi, rahmete yer açılması hep misafirlikten. Mutlaka en azından ayda bir misafir ağırlayalım. Toplumsal olarak da birlik ruhuna katkıda bulunalım.

DEĞDİ Mİ BİR KERE…

Bir el değdi mi bir kere, yüreğin ısınır. Yalnızlık, çaresizlik, keder akar gider hayatından. Gönlünü teslim edeceğin, kendini vereceğin bir dostun oldu mu; bırak gitsin her şey yanı başından. Her an elinden tutan, irtibatı kesmeyen bir dost ne değerlidir. Bir bilsen. Yakaladın mı böyle birini, tut elinden. Akıllı olup da tutarsan eteğinden, o sana bir ömür boyu yoldaş olur, sırdaş olur, kederdaş olur. Sadece bu ömürde mi? Asla! Bir ebediyet değdi mi sana; cennet nedir anlarsın. Bu dünyada da yangının ortasında, gül bahçelerinde olursun. Ebediyet huzurunda bir köşen olur daima. Bu iki kişinin temasıdır hayata, ruha. Sırına vakıf olanlar bu dünyanın, gelip geçici bir şekilde harcamazlar bu değeri. Bir zerre misali sevgiye bulaşanlar, bu sevgiden satın almak isterler. Ancak bu ne satılıktır ne de ödünç verilebilecek cinsten bir şeydir. Bu ancak iki kişinin bitmeyen hikâyesidir.

ELİF SABIR

TEVAZU SALTANATININ ÂBİDELERİ:

KUŞ EVLERİ

Kuşlar…

Hür olmak, ebediyete kanat açmak daima onlarla anılagelmiş. Ufuklara nazar kılmak, enginler aşmak, kuşların çırptığı kanatlarda aranmış daima. Gözün göremediği yüksekliklerde kaybolan tüm uçuşlarda aranmış gaip sevdalar. Sevdiklerimizin bu dünyadan beka alemine uçuşu gibi seyredilmiş tüm kayıp kuşlar… Biraz da bu sebepten sığdırılmış özlemler kuşların uçuşlarına… Göçüp gidenlerin ebediyetten ses vermesi temennisiyle kuşların süzüldükleri göklerde aklımız kalmış. Kim bilir, belki de ten kafesinde mahpus olan ruh, en çok da kuşların uçuşunda görmüş sonsuz hayatların gökyüzünü.

Gökyüzüne her kanat açışta, ebediyetin perdesini biraz daha aralamak hissine kapılan bizler gözle görülemeyenin sırrına vakıf olacakmışçasına kuşların ardından bakmışız daima semaya… Ve kuşları sevmek, yokmuş gibi göründüğü hâlde varlığı derinden hissedilenin peşine düşüşlerin bir uzantısıymış aslında.

Tüm mevcudat gibi kuşlar da şâhitlik ediyordu imana, iyiliğe ve de sevgiye… Hatta bu şehadetin varlığını ispat edercesine asırlar evvelinden kuşların diliyle terennüm ediyordu kuş evleri. Medeniyetimizin tüm yaratılmışlara gösterdiği saygıyı tarifte naçiz kalan kalemler taşa toprağa bürünmüş konuşuyordu adeta cami, medrese, han ve sarayların duvarlarında. Kuş sarayı, kuş köşkü, serçe sarayı, güvercinlik gibi muhtelif ve aynı mânâya tekabül eden adlarla anılagelen bu küçük yapılar, yapıların rüzgâr almayan cephelerinde konumlanmışlardı. Zira kuşlara diğer canlıların zarar veremeyeceği bir mahal arayışı, yağmurdan ve güneşten korunmalarını dahi sağlayacak geniş saçakların, konsolların altına iliştirilen kuş evleri ile neticelenmişti.

Acaba kuşlara dahi bir mesken inşa etmek, ruhunu semaya uğurlayan bir medeniyetin toprakta kalan nişanesi miydi? Veya medeniyetimiz, -İnsanların belleğini ölümsüzlük için kullanmak mümkün! Ama bunu biz tayin edebilir miyiz?- sorusuna bu minik yapıların diliyle cevap vermiş olabilir miydi? Ebedi olanla bir kanat mesafesi kadar uzaklık barındırdığı güzellemesiyle mi bu canlılara bir yuva, bir mesken yapmak düşüncesi gelişti? Ancak öyle zannediyorum ki yalnızca bu sorular etrafında geliştiğine inanmadığımız bir yüce fikre tabiydi tüm bu yapılıp edilenler.  “Ebediyetin yolu, talip olduğu vasıf dolayısıyla uzun ve meşakkatli olacak. İyisi mi biz bu canlılara bu meşakkatli yolculukta durup dinlenebilecekleri, neslini devam ettirebilecekleri bir mesken, başlarını sokabilecekleri bir yuva yapalım” diyen ecdadımızın insanın bu hayattaki serencamına muvafık bir duyuş ve düşünüşle kuşlara açtığı kucağın aslında kendi mânilerine, hâile ve tüm gailesine bir teselli niteliği taşıdığı ise bizce aşikârdı.

“Şimdi, yaşadığım dünyaya dair duyduklarım, işittiklerim, bildiklerim beni de onların hakikatine götürüyordu. Her varlığın -eğer varsa- güzelliği, dışından ziyade içinde idi. İçinde olmalıydı. Ve dıştan güzel göründükleri halde içlerinde bir aşk ateşi, bir fazilet ışığı yanmayanlara, “Bu gösteriş neden?” diye sormak yerinde bir soruştu.”

Nihat Sami Banarlı

Madem dışından ziyade içinde idi bu güzellik, o zaman kuşlara olan sevdamızın tezahürü olarak medeniyetimizin bazen pek mutantan bazen pek mütevazi olarak bina ettiği kuş evlerinin içinde barındırdığı güzelliğe de nazar kılmalıydık. Zira bir güzellik içeriden serpilmeden hariçte nasıl görünürse görünsün gerçekte bir mânâ taşımıyor olsa gerekti. Zaten güzele dair olan, kuşa dahi saray yaptıran bir medeniyetin mânâ dünyasında aranmayacaksa nerede aranacaktı?

Taşa dahi ruhuna nefesini üfleyenden aldığı merhametle yaklaşan bu medeniyetin şanlı mümessillerinin inşa abidesi olan kuş evleri,

“Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal

Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”

Dizelerinde Bâkî’den aldıkları ilhamla Osmanlı İstanbul’undan günümüze seslenmişlerdi. Hakiki sanatkarın dilinden anlayan bir medeniyeti inşa edenler hem her şeyin en iyisini hem de en güzelini müsriflikten kaçınarak yapmayı kendilerine vazife bilmişlerdi. Bir güzellemeden ziyade bir tevazu medeniyetine işaret etmek için yazılan bu satırlar, sadece kendi hanesini en şaşaalı şekilde inşa yarışına girmeyen ve mütevazi yapılarının duvarlarına bir de kuş evleri iliştirenlere bir tazim beyanıydı.

Bu beyan ki, kuş evleri vasıtasıyla asırlardır süren tevazu saltanatına herkesi şahit kılmaya ve bu küçük hanelere misafirliğin bir bakış kadar uzak olduğunu hatırlatmaya davet etme fırsatından da beri kalmıyordu. Şimdi gelin bu nadide şehrin kubbesinde nöbet tutan kuşların hanelerini ziyaret edelim ve seyredelim medeniyetimizin bu nev-i şahsına münhasır yapılarını…

PROJEKSİYON

“TÜRKİYE ASRI” DESEK.

Mehmet Âkif Ersoy’un deyişiyle Asr sûresi bize şunu anlatır:

“Hâlikin nâ-mütenâhî adı var en başı Hak

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak

Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken

Mutlaka sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh

Başta îmân-ı hakîkî geliyor sonra salâh

Sonra hak sonra sebât: İşte kuzum insanlık

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık”

Sayın Erdoğan’ın son dönemlerde vurguladığı ‘Türkiye Yüzyılı’ mottosu üzerine kafa yoralım. Son konuşmasında bu motto için, Türkiye’yi sadece refah seviyesinin yükseltilmesi veya güçlenen, kalkınan aynı zamanda hak ve özgürlüklerde de ülkemizi ileriye taşımanın çok ötesinde inanç, kültür, medeniyet köklerimizi yeniden ihya edeceğimiz bir atılımın adıdır demiştir. Önümüzdeki yıl Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlayacağımız bir asra karşılık gelen rakamsal ifade olarak yüzyıl yerine asır kullanılsaydı daha isabetli olurdu. Bir uzun vakti temsil eden asır kelimesinin ebede uzanan bir kavramsal alt yapısı var. “Türkiye Asrı” ile birlikte zamanın ötesine seslenen bir anlayışla ‘Asr suresinde’ olduğu gibi asra yemin eden Allah’ın, ayakta kalacakların sadece birbirlerine sabrı ve iyiliği tavsiye edenlerin olacağını biliyoruz. Kurani bir ifade olan ‘Asır’ bir devre, zamana sıkışıp kalanları temsil etmez. Aksine zamanın ötesine uzanan bir asrı saadeti temsil eder. Türkiye Asrı zamanları aşan bir hikmet ülküsü üzerine yükselmeli ve temel mottosunu da Kuran’ın bu suresinden almalıdır.

ARTI EKSİ

Artı

Çiçekçi

Bir çiçekçiden hediye çiçek almam gerekiyordu ancak son anda paramı ve banka kartımı almadığımı fark ettim. Çiçekçi çiçeği bir güzel hazırlamıştı. Utanarak söyledim. Kalsın sonra alayım dedim. Fakat güzel insanımızın güzel bakışı işte;”yok abla sonra verirsin, al sen bunu” dedi. Ben de aldım. Sonra tabii bir hafta sonra ancak oraya gidebildim ve borcumu verdim. Bir daha çiçek alacağım zaman hep aklıma bu olay gelecektir.

Eksi

Yer altı eğlence merkezi sanki

İstanbul’daki özel üniversitelerimizin meslek yüksekokul binasının kantinindeki müzik ve ışıklandırması beni alıp bir yer altı eğlence yerine götürüyor. Yüksek sesle rap çalınan, bilardo masaları, langırt oyunlarının olduğu gökkuşağı renklerinin gözümü rahatsız ettiği o tür yerlere. Ama burası bir eğitim kurumu. Eğer bu eğitim kurumunda bu eğlence alanının kapısı olsaydı ve buradan girseydiniz inanın baştan burada gerçekten eğitim mi var derdiniz? Müzikten, eğlenceden maksat nedir? Bu konularda bol bol konuşup da eğitim kurumlarına gelince bu garabeti mazur görebilen bir eğitim anlayışı karşısında şaşırıyorum. İki kişi ne dediğini anlayamıyor bu gürültüde. Bir de kitaplığı var. Gerçekten böyle bir kafa karışıklığı olamaz.

KEDİLER VE FARELER

Avrupa’dan bazı şehirlerden gelen farelerin cirit attığı görüntüler insana ‘eyvah şimdi de veba çıkmasın başımıza’ dedirtiyor. New York’tan da benzer görüntüler geliyor ve hatta bu farelerin evlere kadar girdiğini de biliyorum. İngiltere’de bulunduğum kısa bir dönemde sokaklardaki fareler beni hayrete düşürmüştü. Bir yandan da hiç sokak hayvanlarının olmaması beni şaşırtmıştı. Sokak hayvanlarını güya hayvan hakları adı altında sokaklardan toplayıp apartman katlara tıkıyorlar, farelerle savaşacak popülasyon ortadan kalkıyor. Bir zamanlar cadılar ve kedilerini öldürdükleri gibi şimdi de başka bir marjinallikle karşı karşıyayız hayvan hakları konusunda. Hayvanlar sokakta telef oluyormuş, ürememeliymiş. Hayvanlar hep sokaklardaydı. İnsanlar onlara dokunmasaydı onlar yerini yurdunu biliyordu. İnsanlarla hayvanlar doğal olarak birlikte yaşıyorlardı. Doğal bahçeli evlerde. İstanbul’da kediler olmasa sokakların pislikten ne hale gelebileceğini düşünün. Hiçbir belediye bu farelerle baş edemez. Kediler, köpekler sokaklarındır. İsteyen evinde evcilleşmişlerini beslesin ancak hayvanları sokaklardan tamamen çekmek çok büyük hata olur.