'BENDEN OYUNCU OLMAZDI'

Sema SEZEN 01 Kas 2021

Sema SEZEN
Tüm Yazıları
1990 yılında Olacak O Kadar Tv'de senaryo yazarlığıyla başlayıp, birçok önemli yapımda yönetmenlik yapan ve Mandıra Filozofu'yla oyuncu olarak izleyicinin kalbine kazınan usta senarist, yönetmen, oyuncu Müfit Can Saçıntı, sanat yaşamındaki ustalık yolculuğunu anlattı

Şimdilerde tek kişilik güldürüsü "Lafını Esirgemeyenler"le kıtalararası koşturup, 100'ü aşkın Avrupa şehrine ulaşan başarılı senarist, yönetmen ve oyuncu Müfit Can Saçıntı, 17 ve 18 Aralık'ta Almanya Bremen'de sahneye çıkıyor. Harput Kısa Film Festivali'nde bir araya geldiğimiz ustaya hakkında merak ettiklerimizi sorduk..

-Olacak O Kadar programıyla başladınız sanat yaşamınıza değil mi? Nasıl bir okuldu sizin için?

Benim için "Olacak O Kadar" gerçekten de çok güzel, eğitici bir okul oldu. Yıllarca tiyatro texti yazdım. Yıllarca oyunculuk yapmadım, ancak o dönemde Levent Kırca Tiyatrosu’nda oyun oynanırken perde arkasından izleyicinin tepkisini ölçtüm. Oyunu seyircinin yüzüne bakarak izledim. Tiyatronun senarist olarak da oyuncu olarak da şöyle bir faydası var; seyircinin reaksiyonunu tanıyorsunuz. Seyirci neye gülüyor, neye tepki veriyor, nerede sıkılıyor; nerede geriliyor, üzülüyor, meraklanıyor, seçebiliyorsunuz ve doğal eğitim devam ediyor. Böyle bir eğitimi hiçbir okuldan alamazsınız.

-Geçtiğimiz yaz, yangınlarda Mandırda Filozofu'nun da evinin yanması size ne hissettirdi?

Çok üzüldük. O büyük yangınlar her birimizin içini yaktı. Öte yandan Mandıra Filozofu'nun çekildiği ev ve mekanda anılarımız vardı. İnsanın anısı olunca acısı daha fazla oluyor. O evi görmek isteyip göremeyenler vardı. O evle ilgili twitter hesabımdan yaptığım paylaşım 8 milyon kişiye ulaştı, 1,5 milyon etkileşim beğeni ve yorum aldı. Yorumlardan birkaç tanesi şöyleydi; Azeybaycan'da izlemiş filmi; "İzlediğimde 8-10 yaşlarındaydım, benim en büyük hayalim bir gün gelip o evi görmekti, ağabey hayallerim yandı" dedi.. Yine benzer yorum yanlış hatırlamıyorsam Diyarbakır tarafından geldi. O evi onların göremeyeceği için daha da çok üzüldüm.

"Benim için en tatmin edici alan yönetmenlik"

-Oyunculuk, yönetmenlik, senaristlikte gelişiminiz nasıl oldu?

Lisede resmen aşıktım tiyatroya. Ancak liseden mezun olup konservatuvar gündeme gelince pelteklik nedeniyle giremeyeceğimi düşündüm. Benden oyuncu olmaz diye vazgeçmiştim. Lisede Yaşar Azaz diye bir hocamız vardı. Serhat Özcan, İsmail Hakkı Şen de bizim liseye gelip zaman zaman ders veriyordu. Oyunculuk usta-çırak ilişkisiyle gelişmişti ama dediğim gibi ben vazgeçmiştim. Ben pelteğim ve oynayacağım bütün karakterler peltek olamazdı. O nedenle oyunculukla ilgili bir iddiam, hayalim yoktu. Çocuklar Duymasın'da iki bölümde yer alacağım diye başladım. Seyirci çok sevince 105 bölüm devam etti. Ondan önce de Ersin Pertan'ın "Kuşatma Altında Aşk" filminde oynadım. Ersin Pertan, bir İstanbul beyefendisiydi. Pertan beni ilk aradığında filminde oynamamı istediğinde, ben de oyuncu olmadığımı söyleyerek teşekkür ettim. O da "Siz oyuncu olmayabilirsiniz ama ben yönetmenim, müsaade edin de ona ben karar vereyim" dedi. Ben de kendimce kibarlık ettiğimi sanarken kabalık ettiğimi anladım, çok utandım ve "Peki hocam" dedim. Bugün bile benim oyunculukta hiçbir iddiam yok. Oyunculuk sadece bazı projelerimin hayata geçmesini kolaylaştırdı. O nedenle biraz mecburen oyunculuk yapıyorum. Ben kendimi hikaye anlatıcısı olarak görüyorum. Örneğin "Seksenler" dizisini 193 bölüm yönettim, isteseydim herhangi bir rolde dizide yer alabilirdim. Ama istemedim. Senaristlik de yönetmenlik de oyunculuk da yaptım, ama en tatmin edici alan benim için yönetmenlik.

"Yönetmenlik içimde vardı"

-Etkilendiğiniz yönetmenler var mı?

Benim babam astsubaydı ama sinema astsubayıydı. Bunu duymayanlar çok şaşırıyor. Hem askerler için hem aileler için lojmanlarda, ordunun içinde sinema olur -şimdi var mı bilmiyorum- bunun için de sinema astsubayı olurdu. Kırıkkale'den Ankara'ya babamla sinema için film seçmeye gidiyorduk. Makine dairesini görüyordum. Sinema sevgisi 5-6 yaşlarında başladı böylelikle. Yeşilçam'dan çok etkilenmiştim. Ertem Eğilmez'ler, Yılmaz Güney'ler, Zeki Ökten'ler beni etkiledi elbette. Yönetmen olmayı düşünmezken mesela Şerif Gören filmlerini yönetmen ismi görmesem bile bir sahnesine bakınca tanıyordum, yönetmenin imzasını görmesem bile. Yönetmenlik içimde vardı, ilgim vardı. Tarantino'nun bir sözü var, "Sinema okuluna gitmedim, sinemaya gittim" diye. İzleyici olarak sinemada farkına varmadan birçok şey öğrenmişiz.

"İLK TEKNİK BİLGİLERİ EDİNDİĞİM YER TRT"

Ben üniversitede basın yayın bölümünü okudum, sinema yönetmenlik eğitimi olmasa da yine bu sektörle ilgili bir alan. Reji asistanı olarak TRT'de başladım. İlk teknik bilgileri edindiğim yerdir. O dönemde yapım ve yönetim bir aradaydı, TRT'de 6-5 kişiden biriydi Cumhur Atalay. Teknik anlamda ilk hocam Cumhur Atalay'dı. Elbette tüm bunların benim çizgimde etkileri var. Ayrıca Ken Loach, Yılmaz Güney, Dardenne Kardeşler, Alfred Hitchcock da benim sevdiğim yönetmenler arasında. Yönetmenin diğer yönetmenleri etkilemesi için çekimlerinde yeni bir tekniği, bir anlatım dilini sinema dünyasına kazandırması gerekiyor.

"Dijital platformlar özgürleştirici bir sinema deneyimine yol açacak"

-Tek kişilik gösterileriniz nasıl gidiyor?

Çok iyi gidiyor. Hatta onun sayesinde ayakta duruyorum diyebilirim. O sayede proje seçebilme özgürlüğüm var. 2016 yılında Seksenler'in yönetmenliğini bıraktım. 5 yıldır televizyon işi yapmıyorum. Tek kişilik gösterim olmasa bana gelen teklifleri çizgim olmadığı halde kabul etme ihtimalim doğardı. Gösterilerin ve halkın desteğinin önemi benim için büyük. İki sezonda 100'den fazla Avrupa şehrine gittim, öyle ki Almanların bile bilmediği, gitmediği şehirlerden söz ediyorum. Konstanz diye bir şehir vardı, oraya gittiğimde "Daha önce buraya tiyatro geldi mi" diye sordum, "1976 yılında Hulusi Kentmen geldi" dediler. Pandemiden sonra oyunlara başladık. 17 ve 18 Aralık'ta Bremen/Almanya’da izleyicilerimizle buluşacağız.

- Türk sinemasının gelişimini nasıl görüyorsunuz yönetmen olarak?

İki kanaldan akıyor, biri festival filmleri, diğeri gişe filmleri. Festival filmi yapıyorsan ne kadar bağımsız olursan ol, devlet desteği ve bir takım Avrupa fonlarıyla çekimleri gerçekleştirebiliyorsun. İster istemez o desteği alabilmek için belli ölçülerde belli kriterlerde film yapabiliyorsun. Gişe filmlerinde ise ticari filmler olduğu için parayı veren düdüğü çalıyor. Patronların borusu ötüyor ve riske girmek istemiyorlar. Haklılar da.. Filme milyonlar yatırıyorlar ve garanti gördükleri işlere yatırmak zorundalar. Dolayısıyla o filmler de çok özgür, cesur olamıyor. Böyle bir döngü içinde görüyorum sinemamızı. Festival filmlerinden özgün işler bekliyoruz. Mecralar da belirliyor işleri. Dijital platformlar da yeni bir boyut getirecek ama ne kadar etkili olabilecek cesur işler için bilemiyorum. Youtube özgür alan ama orada da çektiğin filmin maliyetini çıkaracak bir kazanç modeli oluşmadı. Ama bu durum çözüldükten sonra internet platformlarınlarında film çekecek kadar gelir gelmeye başladığında internetin daha özgürleştirici bir sinema deneyimine yol açacağını düşünüyorum, umutluyum.