BERLİN'İN 1 GÜNÜ

Beyza Sinem ÇAĞLAR
Tüm Yazıları
Bir şehri, semti, mahalleyi size en iyi sokakları ve sakinleri anlatır. Farketmediğiniz şeyleri dışarıdan bir gözle görmek gerekir bazen. İşte tam da bu yüzden, sizlerle on beş günde bir kaybolduğumuz şehirleri, merak ettiğimiz yerleri ve duyduğumuz hikayeleri paylaşacağız!

Bir şehri, semti, mahalleyi size en iyi sokakları ve sakinleri anlatır. Farketmediğiniz şeyleri dışarıdan bir gözle görmek gerekir bazen. İşte tam da bu yüzden, sizlerle on beş günde bir kaybolduğumuz şehirleri, merak ettiğimiz yerleri ve duyduğumuz hikayeleri paylaşacağız!

Bir gün içinde, bir şehirle ilgili neler öğrenebilirsiniz? Baştan anlaşalım: şehirde neler var, neleri görmeniz lazım nerede ne yenir falan onları anlatmıyoruz; zira bir çok kaliteli bloglar var bunları yakından takip edebileceğiniz. Amacımız daha çok, kurumsal hayatın rutinine sıkışmış biz sevgili şehir insanlarının, yeni bir şehre gittiğinde, orada bir gezgin gözü ile neler görebileceğini, o şehir hakkında bir günde nasıl bir izlenim edinebileceğini anlatmak; bi nevi gözlem paylaşımı yani (ilkokulda gezi gözlem kolu başkanıydım, evet)! İlk şehrimiz Berlin! Filmlerden “Almanya Acı Vatan” tadında olduğunu bildiğimiz başkent bizi oldukça şaşırttı! Beklediğimizden kozmopolit, beklediğimizden küçük, beklediğimizden çok daha eğlenceli! Hakikaten “Berlin in Berlin”: bir çok faklı yaşamı bir arada bulabileceğiniz bir yer burası. Tarzınız, beklentileriniz farketmez: Berlin sizleri mutlu etmek için bütün imkanlarını sunuyor...

Şehrin yarısı Alman, üçte biri Türk, kalanı da her milletten insandan oluşuyor.  Karşılaştığımız her Türk, orayı zaten benimsemiş; huzurlu bir yaşamları olduğunu söylüyorlar. Uçağa bindiğinizden itibaren hepsi sizi Berlin hakkında bilgilendirmeye başlıyor; anılarından başlayıp Almanlarla olan ilişkilerine, yemek tercihlerinden gezilecek yerlere kadar pek çok bilgi ediniyorsunuz kendilerinden. Hatta Türk misafirperverliğinin karıştığı Alman nezaketi ile, gideceğiniz yere kadar size eşlik edebiliyorlar. Bu arada başlarken belirtmek istediğimiz bir konu var: Almanlar, bize öğretildiği gibi hiç de asık suratlı değiller. Yol sorsanız tarif ediyor; gözgöze gelseniz gülümsüyor, bisikletle üzerlerine çıksanız bize size kızmıyorlar (bizzat deneyimledik!). Şehrin genel yapısı oldukça düzenli: sanki varolan bir ormanın içine kurulmuş: heryer yeşil heryer ağaç; hava taze, nefesler mis... Genelde ortam hafif puslu olurmuş ama o bile sizi yormuyor.

Belli yerlerde yol yapım çalışmaları mevcut: bunlar yaklaşık bir yıl kadar sürüyormuş çünkü adamlar hakikaten altyapısı, tesisatı, çevre düzenlemesi ile “yol” yapıyor... Ulaşım için günlük kartlardan alıp; her türlü toplu taşıma aracına binebiliyorsunuz. Bizimki gibi öyle turnikelerden geçme yok: girişteki istasyona ya da otobüsteki makinaya kartınızı okuttunuz mu diye kimse sizi sorgulamıyor. Arada bir denetim yapılıyor: eğer okutmadıysanız altmış katı ceza yiyorsunuz. “Herkes kendi vicdanının polisidir” lafı burada bayağı bi içselleştirilmiş. Söylediklerine göre Hitler’in yaptığı tek iyi şey, her semti birbirine bağlayan metro ağıymış. Ulaşım aksamıyor: her yere tek biletle gidebiliyorsunuz. Ulaşım tercihinizi bisikletten yana da kullanabilirsiniz. Berlin, dümdüz bir kent; bir uçtan bir uca yarım saatte gidebiliyorsunuz. Bisiklet yolları geniş ve geçiş önceliği onlarda.

Bize sorarsanız şehrin merkezi Alexander Platz. Burada bulunan TV kulesi şehrin her yanından görülebiliyor. Evet bir Eiffel değil belki ama turistik fotoğraflarda oldukça iyi çıkıyor. Sokakta vakit geçirmek Berlin’de bir kültür. Neredeyse her köşe başında bir performansla karşılaşıyorsunuz! Kahvaltı yaptığınız cafenin karşısına bir kız gelip mümkün olan her uzvunda hula hoop çevirebiliyor, çok iyi ressamlar kaldırımlarda performans sergiliyor, bir köşede trio jazz orkestrası diğer köşede üstleri çıplak rock’n roll yapanlar, bir yanda amatör tiyatrocular...  Şehirde bir çok park mevcut: hem mahalle aralarında nefes almak için kurulanlar hem de vaha misali uçsuz bucaksız olanlar var. En büyüklerinden biri olan Tiergarten, farklı mekanları ile cezbedici. Bizdeki gibi her gün belirli bir semtte pazar kuruluyor. Bu pazarlarda hem taze meyve sebze hem de tekstilden temizlik malzemelerine kadar doğal bazlı ürünler bulmak mümkün. Tabi ki her pazarda bir Türk  tezgahı mevcut. Almanlar, Türk yemeklerini çok seviyorlar. Ana fastfoodlarının arasına döner girmiş çoktan: ancak bildiğimizden oldukça farklı bir şekilde. Senelerin caanım dönerine bir sosisli, bir hamburger muamelesi yapılıyor ve üzerine ne kadar sos varsa gezdiriliyor. Ülkemizde yediklerinizden sonra çok da zevk alamayacağınız bir anlayış... Gerçi bizler zamanla tost makinasında basılan kaşarlı dürümü de içselleştirdik...

Berlin’de dünya mutfağının en iyi örneklerini de bulabiliyorsunuz: thai’den bavyera’ya vietnam’dan grek’e yok yok. İnanması güç ama hepsi de oldukça lezzetli. Cafe ve restoranlarda yaz-kış suyu soğuk servis ediyorlar. Oda sıcaklığında istiyorsanız belirtmeniz gerekiyor. Şehrin en meşhur cafesi tabi ki Einstein! Albert Üstadın bolca vakit geçirdiği restorana ek olarak bir de aynı isimli kahve zinciri mevcut... Zincir bir nevi Starbucks ve kahveleri oldukça iyi. Starbucks’ın olduğu her lokasyonda da karşısına konumlanmış durumda (ya da belki de tam tersidir ;)) Berliner’ler akşamları mahallelerinde takılmayı tercih ediyorlar. Apartmanların altı şık ve kaliteli cafelerle dolu. Evler genelde küçük olduğundan, bu mekanlar aynı zamanda sosyalleşme yerleri: komşuları ve arkadaşlarıyla buralarda bir araya geliyorlar. Şehirde ücretsiz internet bulmak biraz zor. Her cafede kablosuz erişim yok, olanlarda da bağlantı çok iyi değil. Herkes mobil paketleri tercih ettiği için bu konuda bir geliştirmeye ihtiyaç duymamışlar.

Berlin alışveriş için fırsatlar şehri diyemeyiz. Türkiye’de olmayan marka yok gibi. Ben bir şey almadan dönmem diyorsanız Mitte ve Gendarmenmarkt tarafındaki mağazalar oldukça iyi. AVMsiz yapamayanlardansanız Alexa ve Sony Center ideal, Alexanderplatz’daki Galeria’nın da altındaki market görülesi... Büyük müzeleri “MuseumSinsel” dedikleri bir adacıkta toplamışlar. Bergama Müzesi de burada bulunuyor. Zaten en önemli olanı da o. Koskaca şehri Türkiye’den buraya komple nasıl getirdiklerine inanamıyorsunuz! Osmanlı Dönemi’nde Almanların yapıp İmparatorluğa hediye ettiği demiryolunun asıl sebebini anlıyorsunuz: iddiaya göre bu demiryolu karşılığında Padişah, Bergama’yı Almanlar’a hediye etmiş. Ancak müzedeki rehberin, Bergama’nın Anadolu’dan getirildiğine hiç değinmemesi bu konuda şüphe duymanıza sebep oluyor. Almanya sahip olduğu tarihi çok iyi kullanıyor: zamanının şaheseri Brandenburg Kapısı, içinde hiç piskopos yaşamamış olan Berliner Dom Katedrali, Holocaust (Yahudi Soykırımı) Anıtı ve Berlin Duvarı şehrin simge yapıları. Soğuk savaş yıllarının önemli noktası Charlie Checkpoint de önemli bir turistik durak olmuş. Dilerseniz pasaportunuza bir dönem burada hüküm sürmüş devletlerin damgalarını bastırabiliyorsunuz: “Oradaydım” demenin en şekilli ve yasal yolu.  East Side Gallery dedikleri Berlin Duvarı’nın doğu kısmı bir çok sanatçının eserlerine sahip!  Şehirde, artık duvarın olmadığı yerlerde de kalıntılar mevcut: mahalle aralarına yerleştirilen çeşitli metaller ile duvarın nerede olduğu takip edilebiliyor.

Şehrin güzel caddelerinde dolanırken, bastığınız arnavut kaldırımlarının arasında bazı taşlar gözünüze çarpıyor. Üzerlerinde, o binalarda yaşamış ve savaş zamanı Auschwitz Toplama Kampı’na götürülenlerin isimlerinin olduğunu görünce şaşırıyorsunuz. Şu an mükemmel görünen sistem ve hayatlar, aslında yetmiş sene önce korkunç sınavlardan geçirilmiş... Geçmişten ders alıp ilerleyebilmek ve yapılan hatalardan öğrenmek... Berlin, bunu başarmış gibi görünüyor; herkesi kucaklayan yapısı ve dogmatik olmayan kuralları ile insana saygılı, hoşgörülü bir şehir... Biz rastlamadık ama günlük rutinde, Merkel’le market alışverişi esnasında bile karşılaşabiliyormuşsunuz ;)