Vakıf Katılım web

BİR İNSANLIK MANİFESTOSU

Ümit G. CEYLAN 28 Mar 2019

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Yeni Zelanda'da bir teröristin iki camiye düzenlediği saldırıda hayatlarını kaybeden elliyi aşkın Müslümanın ardından ülkenin başbakanı Jacinda Ardern'in gösterdiği tavır dünya medyasında büyük ilgi gördü.

HAYATI OKUMAK

Okumak insanı anlamak içindir. Kimisi yüzündeki çizgiden okunur, kimisi dudağının kıvrımından. Kimisi kavruk tenindeki çatlaklardan, kimisi el değmemiş elma yanaklardan okunur. Kimisini duvar bakışlarından okursun, kimisinin içten gülümsemesi kâinatı kaplar onu da okursun. Bazen kendini anlayamaz okuyamazsın, bir can gelir sana değer bir anda sayfalarda belirir harfler bir bir..                                                                                                                       Okumak bir yandan da bilgili olmak içindir. Bilgi olmadan yapılan amel, ergenliğe erişmemiş kişinin yaptığı ibadet gibidir. O yüzden Kitabullah başta olmak üzere bilgiyi hazmedecek şekilde okumalıyız. Böyle okunan bilgi de ebediyete ışık tutacaktır. Bu vesile ile 25- 31 Mart Kütüphanecilik Haftası kutlu olsun. Herkes sevdiğine bir kitap okusun. Bir öykü belki bir şiir. Ne olursa olsun ama mutlaka okusun ve anlasın.

BİR İNSANLIK MANİFESTOSU

Yeni Zelanda’da bir teröristin iki camiye düzenlediği saldırıda hayatlarını kaybeden elliyi aşkın Müslümanın ardından ülkenin başbakanı Jacinda Ardern’in gösterdiği tavır dünya medyasında büyük ilgi gördü. NYT yazarı “Empati bir lideri güçlü kılıyor” dedi. Frankfurter Algemeine Ardern’in “Katilin adını anmayacağım” sözünü başlığa taşıdı. Dubai’nin en yüksek gökdelen binasının üzerine Ardern’in Müslüman bir kadına sarılırken çekilen fotoğrafı “Barış” başlığı ile yansıtıldı. Sosyal medya üzerinde başlatılan #HelloBrother kampanyası ile Ardern’in Selmün Aleyküm ile açılış konuşmasına başlaması, Peygamber Efendimizden hadis okuması ve kadınların başörtüsü ile fotoğraf vermeleri, Ardern’in verdiği sadece bir insanlık mesajıydı.

Empati

Olması gereken en doğru ve en doğal davranış bencillikle sıvandığı zaman insanlık nefes alamayacak hale geliyor. Oysa empati veya Türkçemizde kullanılan diğer eş anlamları ile diğergamlık, duygudaşlık insanı insan yapan en belirgin özelliklerden biridir. Empati insanın kendi özüyle barışık olması demektir. Kendi özüyle barışık olan kişi kendini anlayan, tanıyan ve dolayısıyla da kendindeki özüne hâkim olan insandır. Hepimizin özü, canı tektir ama çokluktan tekliktir. Bir bütünün parçaları olan biz insanlar bir toplumun başına bir acı olay geldiğinde sevinemeyiz, ohh olsun diyemeyiz. İnsanlığı bir bütünlük içinde göremezsek biz neredeyiz o zaman? İnsan alemde boşlukta oradan oraya savrulan bir varlık değildir. Ardern’in insanlığa gösterdiği duygudaşlık tavrı kendiliğinden gelen bir refleksle gerçekleşerek insanlığa umut etkisi yaptı. Gazetecilerin başörtüsü sorusu üzerine Ardern’in Müslüman kadınların kendilerini güvende hissetmedikleri için başörtüsü taktığını söylemesi güven, inanç ve ümidi pekiştirmektir. Jacinda Ardern ne bir Azize ne de bir Peygamber. O sadece yapılması gerekeni çok sade bir şekilde yaptı o kadar.

Hepimizin bir manifestosu olmalı

Ardern’in yaptığı bir insanlık manifestosuydu. Hepimizin aslında yapması gerektiği gibi. Dünyada yaşanan acılara, savaşlara bırakın karşısında durmak tamamen düzenleyicisi oldukları felaketlerin aktörlerinin bu manifestoyu anlamalarını beklemek aptallık olur. Ancak bizler sevdiğimizi iddia edenler başağrısı çeken eşimize, kardeşimize, öğrencimize, arkadaşımıza sadece ilaç tavsiyesi mi yaparız yoksa gider o ilacı alır, bir bardak suyla eline verir ve içmesini mi bekleriz? Senin başının ağrısı ıstırap veriyorsa geçene kadar yanındayım demek insan olarak kendi özümüzle buluşmak değil midir? Bugün insanın çektiği en büyük ızdırap anlama, anlaşılma sorunudur. İnsanlık bencilliğinde boğuluyor. Bugün anlamayacaksak ne zaman anlayacağız? Ne zaman koşup elinden tutacağız insanlığın? Sonra da ne hakla Allah’tan insanlığı ayağa kaldırması için yardım bekleyeceğiz. Öncelikle biz Müslümanlar bekleyip hiçbir şey yapmadan sadece dua ederek, elimizden ne gelir ki diyerek keyfimize devam etme hakkına sahip değiliz. Bizlerin manifestosu öncellikle anlamak olmalıdır. Alınacak dersler hala yetmedi mi!.. Hadi ayağa kalk ve sende insanlık için göster manifestonu!..

NASIL DA UMUTLANIYOR İNSAN!...

 (Fotoğraf: Hurşit Akyıl)

Nedir bu kızıllık!.. Sanki akşam karanlığına hazırlık!.. Perde perde şehrin üzerine çöken karanlık.  Gökte bir bir kaybolan uçan martılar, suda oynaşır hâlâ alık balıklar. İşte Osmanlı’dan kalan tarihi otantik köprü; üzerinde adım başı balık avcıları... Bu şehir hayatında kafa yorgunu olmayan var mı!.. Bir terapi köprüsü gibidir adeta Galata Köprüsü. Belli mi olur birazdan ufuktaki kızıllık yanıp tutuşuverir!.. Karagümrük ne ki; İstanbul yanar da, kül oluverir!.. Nerede yangın yeri; bağrışır yalınayak, baldırı çıplak, başı kabak tulumbacılar!.. Bir an Abdülaziz ve Sultan Reşat devrindesin. Elinde baston, başında kırmızı püsküllü fes. Yeleğin düğmesine bağlı köstekli gümüş bir saat. Bıyıkları kaytan bıçkın bir delikanlı gibisin! Evet Galata’da hüzünlü bir hava var... Yüksekkaldırım’dan sonrası Beyoğlu ve  İstiklal. Her milletten insan var!.. Beyler ve hanımefendiler anlayamadığım bir şey var; balık tutan insan, hoş vakit geçiren insan, avare insan, çocuksu masum insan, bir tava balığa gönlünü kaptırmış insan ve çocuklarına bir akşamlık azık götürmek isteyen insan hepsi bir arada... Umutsuz insan var mı? Kızılkıyamet kıyamet kopsa da nasıl da umutlanıyor insan!..

BİRİKTİRME HASTALIĞI

Hazreti Ahmet-er Rifai müridlerine üç şeyi tavsiye etmiştir; istemeyin, verileni geri çevirmeyin ve asla biriktirmeyin. Özellikle biriktirmeyin nasihatinden yola çıkarsak, öyle evler var ki adeta hatıra müzesi. Üst üste yığılmış gazete kuponları ile alınmış ansiklopediler, tozlar arasında rengi uçmuşlar. Eski püskü bir iki tane kalmış bardak, çanak. Belki lazım olur diye biriktirilen naylon kaplar. Dolapların içi itiş kakış; alınmış ama giyilmemiş giyişiler. Dolap aralarına sıkıştırılmış poşetler, kağıt çantalar. Eski ipler, boncuklar daha neler neler. Çocukların küçülmüş hatırası var diye verilemeyen eşyalar, oyuncaklar. Biriktirmek, özellikle de eskiye ait anıları atamamak; madde ile özellikle de geçmiş ile sıkı sıkıya yaşamak bir sorun olmalı. Oysa anıların en güzel saklandığı yerler hafızalarımızdır. Elbette her şeyi verip atalım demiyorum. Birer küçük anı saklamak çok değerlidir. Ancak bunu bir saplantı haline getirmek sıkıntılıdır. Fazlalıklardan kurtulmak, arınmak yani bir anlamda detoks yapmak demektir. Lazım olur diye tuttuğumuz bir eşyamız belki birinin ihtiyacını da görebilir. Verme kültürünü kaybetmemeliyiz. Evlerimizi, mekanlarımızı, çöplüklere dönüştürmemeliyiz. Basit ve sade bir hayat temizlik, ferahlık, tazelik, dinginlik demektir.

MÜŞTERİ MEMNUNİYETİ

Her şeyin bir kültürü var. Kültür de inanca ve ahlaka dayalı bir davranış biçimi haline gelmelidir. Alışveriş de bir kültürdür. Arz talep esasına dayanan, satan ve alan arasında olan bir iletişim türüdür. Bir ürünü veya bir hizmeti satın almak isteyenle, o ihtiyacı talep olarak karşılayan vardır. Satıcı alıcının ne istediğini iyi bilir. Bilmesi de gerekir. Onu üzmeyecek küçük sorularla neye, nasıl bir ihtiyacı olduğunu öğrenerek ürününü ve hizmetini pazarlar ve satışa sunar. Burada esas olan müşteri memnuniyetidir. Sadece malı satmakla iş bitmiyor. Müşteri mutlu bir şekilde, güvenle bir ürünü uzun senelerce kullanacağına sevinerek içi rahat müesseseden ayrılmalıdır.

TEZGÂHA GELMEK

Bir de alışveriş yaparken girilen sıkıntıyı görmemezlikten gelemeyiz. Çünkü tüketici toplumu dayatması, bir takım psikoloik baskıları da getiriyor. Bir tezgahtarın malını abartılı övmesi, müşterisini istediği ürünü değil de elde kalmış ürünü pazarlamaya çalışması, yakışmayanı tam sana göre diyerek kendisinin inanmadığı bir olguyu müşterisine zerketmesi ne kadar doğrudur. Müşteri o ürünü alsa bile sonradan akıl ve duygu çatışması içersine girecektir. Daha doğrusu tezgaha geldiğini anlayacaktır. Bu o müesseseye ve o markaya bir itibar kaybı yaşatacaktır. Müşterinin kızgınlığını ve memnuniyetsizliğini de hesaba katmalıyız.

ANTİ NATALİZM

Dünyaya çocuk getirmeyi adam kaçırma ve köle ticareti ile eş tutan bir akımın sözcüsü olan Hintli Raphael Samuel, ebeveynlerini mahkemeye vermeye hazırlanıyor. Böyle bir dünyaya çocuk getirmek zalimlik olarak kabul edilen bu akımın henüz öyle fazla taraftarı yok (sevinelim diye demiyorum). Güney Afrikalı felsefe profesörü David Benatar tarafından anti natalizm günümüzde bir düşünce sistemine dönüşmesini sağlamış. Üstelik bu düşünce sistemi referanslarını Buda ve Sofokles’ten aldığını iddia ediyor. Buda’nın sözü olan “Doğum hayat boyu yaşanacak acıların başlangıcıdır” ve Sofokles’in “Doğmamış olmak, hiçbir zaman elde edemeyeceğimiz en değerli armağandır” sözlerine işaret ederek düşünce akımlarına destek arıyorlar.

İslamiyet’e göre ise insan yaratıcısını tanımak için dünyaya bir imtihan üzere gönderilmiştir. Bizler ölümü ve hiç doğmamış olmayı dilemeyiz. Ölüme inanır ama ölümü çağırmayız. Öte yandan da çocuk dünyaya getirmek kadın ve erkeğin arzu ettiği doğal bir duygudur. Allah’ın insana verdiği en güzel şeydir. Buna karşı olmak ve artık bu neslin son nesil olmasını dilemek gibi bir isyanın altındaki sorunları araştırmak lazım. Nihilizmin bir sonucu gibi görünen bu akımın insanlığın varoluşunun esasına bir katkısı olmayacaktır. Karanlık ve içinden çıkılmaz akımların temelinde mutlaka sosyo-psiklojik sorunlar vardır. Bunların araştırılması ve gün yüzüne çıkarılıp kamuoyu ile paylaşılması lazım. Bunun bir adım sonrası çocukların anne ve babalarına isyan başlatması olmaması için dikkat.