CEMAATLER TEHLİKE (DE) Mİ?

Tarık ÇELENK 27 Ağu 2016

Tarık ÇELENK
Tüm Yazıları
1976 Yılında 'İlmi Sağ' (Türk sağında metodolojik bir yaklaşım) çalışmaları için Pınar dergisine giderdim.

1976 Yılında ‘İlmi Sağ’ (Türk sağında metodolojik bir yaklaşım) çalışmaları için Pınar dergisine giderdim. Günün birinde derginin kapısını çaldığımda, değişmiş insanlar ve mobilyalar buldum. Bu grubun birbirlerini suçlayarak dağıldıklarını anlamam çok geç olmadı.

Sonra bu vatanı kurtarmanın olmazsa, olmaz şartının politika içine girmek olmadığını anladım. Kendi nefislerini onaramamış insanların başkalarına faydalarının olamayacağına kanaat getirdim. Bu doğrultuda “Allah adamları”nı aramaya başladım. Birkaç defa İskender Paşa Dergahı’na gittim, ancak Şeyh M. Zahit Kotku hocamızla karşılaşamadım. Sonunda özellikle merhum Merhum Özal’lı yıllarda yaşamımda ki önemli manevi deneyimleri ve gözlemleri kazanabildiğim süreçleri yaşadım.

Ben ve benim gibi arkadaşlarımın tasavvuf içindeki politik sorularımız da tabi ki, hiç bitmeyecekti. Bu tip camialarda özellikle merhum Erbakan’ın siyaset içinde var olma çabaları temkinli karşılanırdı. Hatta ayranı kabarık bazı müridan, nasıl olsa Mehdi zuhur edecek parti kurmaya zaman yok deyip, gençlerin siyaset ateşini söndürürlerdi. Özallı yılların neoliberal politikaları kısa zamanda cemaatler üzerinde etkilerini göstermişti. Nakşi kökenli bir cemaat, gazetesini çıkardıktan sonra, ilk özel televizyonlardan birini de kuruyordu.

Geleneğe bağlı oldukları var sayılan Nakşi ve Kadiri kökenli cemaatler, köylü, kasabalı veya nadiren kentli karakterlerine göre bu hızlı toplumsal dönüşümden paylarını alıyorlardı. Hedeflerini de ‘insan gönlünü’ kazanmak olarak tanımlıyorlardı. Gerçekten o dönemlerde bu tip dergahları ziyaret ettiğinizde, kimsenin sizin mesleğinizi veya statünüzü sormadığını, eşitlendiğinizi görebiliyordunuz.

Saîd-i Nursî bilindiği gibi (ilk zamanlarında II. Said) politika ile arasına net mesafe koymuştu. Bediu’z-Zamân’a bağlı Risale-i Nur meşrebi ise, (yazıcılar ve okuyucular gibi) birkaç bölüme ayrılmakla beraber, her zaman mevcut statüko ile başı en çok dertte olan grup idi. Devlete talip olan ve mesiyanik bir düzene hazırlık yaptığını iddia eden bir iki grup dışında, insana ve topluma taliptiler. Tarikat ve cemaatlerin temel kaygısı, Esad Erbîlî, Abdulhakîm Arvâsî ve Saîd-i Nursî gibi şahısların başlarına gelenlerdi. Bu nedenle politikaya talip olmadan devlet ve iktidarlarla hep iyi geçinmeye çalıştılar. Nakşî-Hâlidî olan Gümüşhânevî Dergâhî’nın son halifesi Zeyrek Câmii İmamı Abdülazîz Bekkine’nin “Tarikat, Hir’ada bitmiştir. Artık Riyâset-i Devlet zamanıdır” gibi teşvikleriyle başlayan Nakşî Merkezli siyasal hareket, ilk olarak, Büyük Doğucuların da katılımıyla Milli Nizam Partisi’nin kurucusu merhum Necmettin Erbakan’la başladı. İlk zamanlarda tüm tarikatlar ve cemaatlerin hayli dikkatini çeken bu partinin, 12 Eylül sonrası, kendi kaynağından (İskender Paşa) da kopması sonucu, oy tabanı zamanla azalarak, mevcut cemaat ve tarikatlar hep merkez sağ partilerin oy tabanı olmaya devam ettiler. Bu anlaşılabilir bir şeydi de.

Ak Parti’nin 14 yıllık iktidarı cemaatlerin devletle olan ilişkilerine yeni parantezler açıyordu. Tarikatlarda bu dönemde cemaat evrimleşmesini hızla tamamladı. Ak Parti siyasi kültürü gereği ehliyetten ziyade güveni önceliyordu. Bu doğrultuda ekonomik ve bürokratik kadrolarını kurmak için bu tür cemaatleri öncelikle değerlendirdi. Zira bu yapılar oy tabanı için yeterli, aynı zamanda yetişmiş insan kaynağı açısından cazip yatırım alanlarıydılar. Burada hesap, F. Gülen hareketinde şaştı. Zira bu cemaat, insanın kurtulması için önce devletin ele geçirilmesi gerektiğine inanıyordu. Bu maksatla tebliğ gruplarını da kategorize ediyor, hatta dünyayı yönetmeyi de kurguluyorlardı. Bu yapı kendi seçilmişlerini artık meşru seçilmişler üstünde görüp yönetim erkine müdahale etmeye başlamış ve bugünleri ülkemize yaşatmıştı.

Devleti yönetenlerin “Fetö” tecrübesinden sonra, muhtemelen aynı trajediyi yaşamamak için bazı temel soruları/kaygıları  hafızalarında taşımaktadırlar. Bu kaygılar, zamanında İslami cemaatlerin varlığından pek haz etmeyen malum grupların manipülasyonuna da her an açık durmaktadır. Öyle ki 15 Temmuz darbesinin önlenmesindeki rol ve bedel konusunda da bir rekabet yarışına girildiği de görülmektedir.  Bu da ülkemizde önemli etkinliğe ulaşmış tarikat/cemaat mensuplarını haklı olarak endişelendirmektedir. (http://www.yenisafak.com/yazarlar/serdartuncer/tarikatlar-laikler-ve-otesi-2031414)

Bu sorular/kaygılar şunlar olabilir;

  • Gülen grubu dışındaki cemaatlerde “Devlet” hedefi yok biliniyor, buna ne kadar emin olabiliriz?

  • Devleti ele geçirme hedeflerinin olmadığına eminiz, ancak ekonomik güçlenmenin sınırı nereye kadar olacak?

  • Bu güç ve dayanışma, siyasi bir artan katılıma mı veya güçlü bir talebe mi dönüşecek?

  • Tüm bu süreçler, dinin doğru anlaşılmasına, devletin demokratik ve adil işleyişine hangi koşullarda katkı sağlayacak?

Önce tarikat sonra devlet olan tarihteki en ilginç örnek Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar ve dedesi Şeyh Cüneyt’in Erdebil devleti, Endülüs’te ise Murâbıtlardır. Erdebil Yesevi ekolünden Şeyh Cüneyt’in müritlerinden oluşan ordunun olduğu özerk bir bölgeydi. Başlarında kızıl börk olan müritler adeta gelincik tarlasını oluşturuyordu. Burası sonradan Şah İsmail’in Safevi devletinin temelini teşkil etmişti.

Tarikatların ve devletin göz önünde bulundurmaları gereken önemli hususları şöyle sıralayabiliriz ;

  • Tarikatlarda ‘İcâzet’ ve ‘Silsile’ önemlidir. Bu bir özerk kurumca denetlenmelidir. Osmanlıda ki ‘Meclis-i meşayih’ (Şeyhler meclisi) modeli gibi.

  • Cemaatlerin ekonomik faaliyetleri şeffaf olarak denetlenebilmelidir.

  • Seyitlik kurumu istismara açık olmamalı, Osmanlıda ki ‘Nakibul eşraf’ misali, yine aynı özerk kurumca denetlenebilmelidir.

  • Farkına varmadan da olsa Gülen hareketi model teşkil edilmemelidir.

  • Tarikatın geleneksel prensibinin “Terki dünya, terki ukba ve terki terk” olduğu unutulmamalıdır.

  • Cemaatler, taraftar toplamaya değil ‘ilim’ ve ‘irfan’ üzerine odaklanmalıdır.

  • Bürokraside kadro ve ihale talebi cemaatlerin ilgi alanına girmemelidir.

Ülkemizdeki tarikatların toplumsal ve tarihsel karşılıkları vardır. Ancak uzun dönem siyasetten uzak kalmaya çalışan bir takım camiaların bile hangi gerekçeyle olursa olsun politikanın parçası olmaları üzücü ve düşündürücü bir durumdur. Politikayla, bazı cemaatlerin kurdukları simbiyotik ilişkinin taraflar açısından riskli sonuçlarını daha şimdiden görebilmekteyiz.