İNSANLIĞIN GELDİĞİ SON NOKTA

Berk MÜHÜRDAROĞLU
Tüm Yazıları
Vicdan, kötülüğün dipsiz karanlığını seçenlere bir ışık olmak istese de seçim insanın kendine aitti sonuçta.

Vicdan, kötülüğün dipsiz karanlığını seçenlere bir ışık olmak istese de seçim insanın kendine aitti sonuçta. İnsanın ne olduğunun ne olmak istediğiyle bağlantılı olduğu ve iyi ya da kötüyü seçenin insanın kendisi olduğu düşünüldüğünde kimi insanların nasıl canavarlaştıklarının sırrı çözülmüş oluyordu.

Gözünde yaş, kalbinde sevgi, bedeninde sağlık, ruhunda mutluluk kalmadı insanın artık. Hiç ısınmıyor şimdilerde yüreği. Vicdan kayboldu artık kahrın çöllerinde. İnsanlık öldü ve gömüldü çoktan. Akbabalar dışında kimse kalmadı insanoğlunun çevresinde. Kendi yalnız krallığında en büyük adam oldu herkes. Acınası olan; bununla böbürleniyor olmasıydı. Dünya çöküyor, düzen tekliyor ve sona yaklaşılıyordu. İnsanların bazıları ise hiçbir şeyden haberi olmayan umursamaz biri olarak kendi yalan dünyasına sahte huzur pompalamaya çabalıyordu. Çoğunluğun fikrine göre; insanların içlerinde var olan iyilik ve kötülük cevherlerinden hangisini beslediği onların nasıl birer insan olacaklarını belirler. İç sesine sağır bireyler, vicdanlarını eski bir plaktan şarkı dinler gibi dinler sadece.

Yok sayarak kırıp döker etrafını. Belki de onda insanın bu en önemli parçası yoktu. Bu biraz korkutucuydu. Buz kesmiş bir kalbin sahibinin yapabileceklerinin bir sınırı olmazdı.İnsanların  anlaşılması günden güne o kadar zorlaşıyor ki giderek daha da yalnızlaşıyor herkes. Sürekli değişen güç dengeleri, insan ilişkilerini olumsuz etkiliyor. Kimse kimseye tam olarak açılamıyor, kimse kimsenin ne olduğunu tam olarak bilmiyor. Giderek yitiriyor insanlar şeffaflığını. Tek başına kişilerden oluşan insan yığınlarına dönüşüyor toplumlar. Birey olma özelliğini kaybediyor insan. İradesi devre dışı bırakılıyor. Kendi kararlarını veremiyor artık insan. Güç odaklarına göre biçimlendirmeye çalışıyor yaşamını. Ya da güç odakları biçim veriyor yaşamına. Toplum tarafından geleneklerle desteklenerek kural halini almış davranışlara karşı bağlılık duygusunun olmadığı ve bu yokluktan hareketle insanın davranışlarında sapmaların olduğu, güven duygusunun kaybolduğu, sınırı olmayan bir bireysel rekabetin doğduğu kuralsızlık ortamında hâkim oldu bencillik ve açgözlülük insanın hayatına. İnsanın kendi geleceğinin kendisinin elinde değil de başkalarının, dış etkenlerin, kaderin ve şansın elinde olduğuna inanmasıyla başladı güçsüzlükler hayatında. Silinen kimlikler ve tamamlanamamış benlikler ışığında süren hayatlarda tüketilen sayısız yaşamla cezalandırılanlardan sadece biriydi insan ama yazık ki kendisi bunu bilmiyordu. Çöken toplumsal ve milli değerlerle çürümeye terk edilen “biz” bilincinin hışmına uğramıştı birçok insan. Sürekli yalnızlaştı, tekleşti, “ben”leşti. “Komşusu açken tok yatamayan” bir toplumdan “alacağına şahin, vereceğine karga” topluluğuna dönüşmüş bir kalabalığa karıştı.

Nur topu gibi güvensizlikler ve yalnızlıklar dünyaya getirdi, tıpkı diğer herkes gibi. Herkes kendisi için ördüğü kozanın içinde sadece kendini kurtarmanın planlarıyla meşgul olurken birlikte yükselmek için merdiven olan insanlardan, birbirinin sırtına basarak kestirmeden doruğa ulaşmak isteyen yalnızlara dönüştü insanlar. Bir eliyle tokalaşırken diğer elinde hançerini tutar hale geldi. Boğuluyordu artık içine düştüğü ama yerinden memnun olduğu bu acımasız, ruhsuz ve duygusuz dünyada. Sadece bunu göremiyordu.Hep birlikte oturulan akşam yemekleri, ailece gidilen pazar gezmeleri, bayram ziyaretleri, komşu toplanmaları falan tarihe karıştı insanlar arasında. Bırakın kilitlemeyi, anahtarı üzerinde bırakılan kapılar yok artık. Demir kapılar ve üst üste kilitlerle kapandı bir insan diğerine. Ne güven kaldı insanın elinde ne de saygı. Park yeri gibi basit konular için birbirini vuranlar çoğaldı. İnsanları aşağılamayı beceri sayanlar türedi. Okumayan, duyduklarıyla yetinen, fikir üretemeyen, düşünmekten korkan insancıklara dönüştü sonunda “ilkel” insan. Bu kargaşa ortamında nefes alıp vermeyi yaşamak sanmaya başladılar. Yaşamın, dünyanın ve insan olmanın mucizevi yanlarına böylelikle körleşti insanlar. İnsanoğlunun zamanla kavgası, evrenin varoluşuna kadar uzanan kadim bir sürtüşme olsa da birbirini hasım ilan eden insan ve zaman ne birbiriyle anlaşmanın yolunu aramış ne de değişim çabası göstermişti nedense. Erlik kılığında insan hayatını zora sokan zaman, akşamüstü olduğunda zillere basıp kaçan çocuklar gibiydi. Ne yakalanıyordu ne de hesap sorulabiliyordu.

Hüzne ve acıya da alıştırdı insanı, sevinç ve mutluluğa da. Ölümü de normalleştirdi zaman, doğumu da. Birinde acısı dinen insanın, zamanla diğerinde sevinci söner oldu. İnsan, yeryüzündeki akıl ve irade sahibi tek canlı olmakla her fırsatta böbürlenirken, dünyayı ayakta tutmak, hayata geliş amacını kavramak, mutlu olmak ve mutlu etmek sadece kendisine yüklenmiş bir misyonmuş gibi yeryüzünün hâkimi edasıyla dolaşıp dururken acaba gerçekten de dünya ve diğerleri için gerekeni yapıyor mu? Yeterince iyi olmayı hiçbir zaman başaramadığı için cevap açık; hayır. Kaynağını insanın içinden alan bu duygu, engellenemez bir şekilde varlığını hissettirirken insana düşen ya ona kulak vermek ya da tamamen kendine dönüp bencilleştiği için onun sesini kısarak umursamaz davranmaktı. Seçim tamamen kişinin kendisine aitti. İnsanların çoğu her ne kadar bunu biliyor olsa da hayatı boyunca reddetmeyi daha kolay bulduğundan yaradılışının bu olduğu bahanesinin ardına gizlendi. Vicdanının ses tellerini kesti bir çırpıda.Her gün birbirinden habersiz onlarca insana geçici ev sahipliği yapan sokaklara çöken hüznün yanında bir de sayısız insanın acıları, hayal kırıklıkları, umutsuzlukları ve yalnızlıkları çöktü gün sonunda asfaltta. Issızlaştı şehirdeki tüm sokak araları. Tenhalığında kaldırımların, bir başına bırakılmış insanların umutsuz gölgeleri yerleşti köşe başlarına. Rüzgârın uğultusu ağıt yakıyor gibi yitirilen güzelliklere. İnsanlar betondan kutularına çekilip de kendileriyle yüzleştiğinde yazılıyor notalar, dizeler ve renkler, asla vicdanlarının erişemediği beyazlıktaki kağıtlara. Geceler, sadece vicdanının sesini kısmayanlar için vicdan mahkemesine aitti.Genelde  aklını başına almak yerine bireysel ego ve kurnazlıklarının rehberliğinde bir yaşam tüketmeyi seçti insan. İkinci bir şansı varmışçasına savurganca yaşadı hayatını. Öyle ki yarının garantisi yokken uzun vâdeli planlar peşine düşüyordu durmadan. Aşk gibi, sevgi gibi, dostluk gibi, güven gibi hisleri zayıflık kabul ediyordu artık. Bedensel hazlarını doyurmaya gösterdiği özenin yarısını bile göstermiyordu ruhunu doyurmaya. Oysa kalabalıklar yakışıyordu insana. Kahkaha, neşe, güven, dostluk, sevgi ve huzur biriktirebilmek gerekiyordu. Çıkarın bireysellik içeren yalan atmosferinden çıkıp herkesle bir olabilseydi ve kendini hapsettiği karanlığı fark edebilseydi hayatının kontrolünü eline alabilirdi belki ama alamadı insan. Kukla misali yönetilmeyi seçti. Belki de hayata kızgınlığıydı insanların alnındaki kırışıklığın nedeni. “Olmak” sorun değildi ama “var olmak” sorundu belki. “Yok olmak” daha mı acısız olurdu insanlar için? “Hiç” olmak mı yoksa “gerçek” olmak mı? Bu ikilem insanların ruhunu sıkıyor, onları melankolik bir ayyaş gibi uyuşturuyordu. Hem “hiç” hem de “olmak” bir arada tam bir ironi oluştursa da evrenin karşıtlıklardan kurulu bir düzen olmasının yarattığı ironi yanında önemsiz kalıyordu.

Zaman hızla akıyor, kimsenin kimseyi çok fazla umursamadığı dünyada, kendi kurdukları şehirlere hapsolan insanoğlu, zamanın bu aşırı keskin kılıcı altında can çekişiyordu. Puslu havanın ağırlığı altında rengi solan binaların buz gibi görüntüsü karşısında ölüyordu insanların içindeki çiçekler. Nereye olduğunu bilmediği bu yolculuğu bitiremiyordu insan. İyi ve güzel olan ne varsa hepsinden uzağa taşınıyordu umarsızca. Sonra ne mi oldu? Tüm güzelliklerin nesli tükenme noktasına geldi. Ölüm, cinayet, hırsızlık ve tecavüz normalleşti. İnsanın savaşı başladı tüm diğer insanlarla ve hayat bütün anlamını yitirdi…

GÜNÜN SÖZÜ : İ-N-S-A-N-L-I-K