​LEYLEKLERİN FISILDADIĞI

Murat BAŞARAN 24 Mar 2017

Murat BAŞARAN
Tüm Yazıları
Hayata objektif olarak bakabilmek kolay değil.

Hayata objektif olarak bakabilmek kolay değil.

İnançlarımız, algılarımız, içinde bulunduğumuz maddi ve manevi şartların vaziyeti, bir mesele hakkında fikir beyan ederken sadece kanaatimizi değil, üslubumuzu bile değiştirebiliyor.

Sadece saydıklarım mı? Havalar bile önemli bir faktör.

Dün leyleklerin dönüşüne şahit olmak, içimdeki kasveti dağıtıp bahar rüzgarları estirdi.

Ama birkaç dakika. “Bahar geliyor!” dedim. Ne kadar derin ve ne kadar sığ!

Bahar da bebek gibi bildiğimiz, doğuşuna ve ilerleyişine şahit olduğumuz ve fakat sıklıkla yaşanmasına rağmen sıradan olması gerekirken her seferinde şaşırtan ve sevindiren bir sır saklıyor.

İlla ki 20, 30, 50 ve belki daha çok bahar…

Ve çocuğumuz veya yeğenimiz hatta komşumuzun/ arkadaşlarımızın bebekleri…

Her seferinde ilk defa duyuyormuşuz gibi bebek kokuları…

Her seferinde ilk defa geliyormuş gibi leylekler ve kır çiçekleri…

Sabahın daha bir sarı- sıcak aydınlıkla merhaba demesi.

Kahvaltı sofrasının zenginliği…

Veya koyun bir kenara zenginliğini/ sofranın huzuru…

Güne ilk adımı atarken uğurlanıp/ uğurlanmamak…

Cepteki nakit…

Cepteki delik…

Veya günü geçmiş faturalar…

Siyaset mi konuşalım! Olur! Ama dün söylediklerimden farklı şeyler söyleyebilirim.

“Olur mu öyle şey! Karakter, dürüstlük, doğruluk, tutarlılık…”

Tamam da… Kendimi mi kandırayım? Sizi mi?

Sadece, yalan söylemiyorum. Hepsi bu. 

Ne yani bu ülkenin siyasetçilerinin ve uzmanlarının mühim bir kısmı oryantallere taş çıkartacak kadar kıvırtmıyorlar mı?

Arşivlere göz atsanız, kimin birbiriyle çelişen beyanatlarını bulmakta güçlük çekersiniz.

Halbuki insani şartlar, samimiyet, çevresel faktörler bir an merhametle bakıp dikkate alınamaz mı?

Parayla gözyaşı döken profesyonel cenaze evi ağlayıcılarını kastetmiyorum. 

Mesleğe başladığım ilk yıllarda röportaj talebi için aradığım İsmet Özel telefonda beni fırçalamıştı. Adama gıcık oldum. Haksızdı. Hala öyle düşünüyorum. Belki bu fikrim ileride değişir. İleriye doğru ne kalmışsa artık. 

Şiirleri de metinleri de hitabeti de yorucu bir adam. Karşılaştığım her İsmet Özel’i ittirdim öteye kızgınlıkla. 

İsmet Özel’in benim tarafımdan onaylanmasına ihtiyacı var mı? Yok.

Ama zat-ı muhteremin hayranı bir arkadaşımın beynime çaktığı şu iki mısra kalbimi epey yumuşattı:

 “Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı

Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.”

E vallahi adam büyük şair. Ben ne kadar gıcık olursam olayım. (Hem kendim/ hem ona…)

Bebek kokusu kadar, leyleklerin gelişi kadar, kır çiçeklerinin sevindirişi kadar hayat lezzeti sunan mısralar…

Kızgınlığım onun “Üç Zor Meselesi”nden mahrum bıraktı beni. 

Bu mahrumiyet beni öldürmez. Gerçi başladım okumaya. Belki bitiririm. 

Mehmet Akif’le olan kavgamda da Abdülhamid Han’a muhabbetim baskın çıkıyor. Akif’in öfkesi, benim Özel’e öfkem gibi bir siyasi dehayı anlamaktan mahrum bırakmış onu. 

Yaşarken neleri ne kadar anlayabiliriz?

Her giden erken gidiyor.

Yüz yaşını bulan bile “Nasıl geçti ömrüm, anlamadım!” diyor.

Hayatın da “aşk” gibi bir yolculuk olduğuna razı gelsek hâlbuki…

Anlamakla ömür tüketmek yerine, tadını çıkarmayı bilsek…

Orhan Veli, “İstanbul'un orta yeri sinema/ Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama” derken fakirliği ile zelil bir adam mıydı?

Veya sevgilisi Nahit Hanım’a mektuplarında öne çıkan sabırsız ve çaresiz aşkın satırları onun şairliğine ne kadar gölge düşürür?

Hepsi öldüler…

Sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, anladıklarımız, anlamadıklarımız…

Şimdi bize bahşedilen baharlardan kaç tane kaldı geriye bilmiyoruz. Ve bu geleni tamamlayabileceğimizi varsayalım.

Ya son/baharsa?

Yani, becerebiliyorsanız objektif bakın meseleye…