LİYAKAT VE HULUSİ KALP

Cemalnur SARGUT 07 Oca 2021

Cemalnur SARGUT
Tüm Yazıları
Bir vazifeyi liyakat sahibinin, yani ona lâyık olanın yapmasına o kadar çok önem vermiştir ki; bunu ararken Peygamber Efendimiz o kişinin Müslüman olup olmadığına bile bakmadan, yaptığı işi mükemmel yapmasıyla meşgul olmuşlardır.

Biliyorsunuz ki bizim inancımızda her işin hakkını vermek vardır. Onun için öncelikle ehliyet ve icazet aranır. Ayrıca bunun üzerine liyakat beklenir. İslam dini branşlaşmaya çok büyük önem vermiştir. Bir vazifeyi liyakat sahibinin, yani ona lâyık olanın yapmasına o kadar çok önem vermiştir ki; bunu ararken Peygamber Efendimiz o kişinin Müslüman olup olmadığına bile bakmadan, yaptığı işi mükemmel yapmasıyla meşgul olmuşlardır. Bunun en güzel örneği; Hz. Ebû Bekir ile beraber Sevr Dağı’na yola çıktığında, kendilerine yol gösteren kişinin Müslüman olmadığı halde, yolu en iyi bilen kişi olmasıdır.  Peygamber Efendimizin şu hikâyesi de çok önemlidir; Ona hurmaların aşılanıp aşılanmaması gerektiğini soranlara, hurmaları aşılamamalarını söylemiş. Sonra da aşılanmadıkları için hurmalar ölünce, “Bunu bir bilene sormalıydınız, ben buna cevap verecek yetkide değilim” demiş.

Ahmed er-Rifâî Hazretleri bu cevabı iki yönüyle inceler;

1.      Peygamberin “Bilmiyorum” demekten aldığı zevk ve bize örnek oluşu.

2.      Her şeyi bildiği halde, onu o konuda daha uzmanlaşmış birine sormamız gerektiğini bize öğretmek.

Bunun için Kur’an-ı Kerim’de “Bir bilene danışın” buyrulması, o işi en iyi bilen kişiye danışmamızın her işte en önemli amaç olduğunu bize öğretir ve gösterir. Bu yüzden liyakat sahibi olmayan, yani o işe layık olmayan kişiye o işin verilmemesi gerekir. İcazet ise bir ustanın çırağına ya da tasavvufta şeyhin, kendi yerine geçecek olan müridine verdiği izindir. O müridin de çok iyi yetişmesi şarttır ki, o izni alabilsin.

Bir iş, bir hizmet yapılırken aslında Allah’ın bize o hizmeti yapma fırsatını vermesi, bizim için en büyük lütuftur. Yani karşımızdaki memnûn olsun diye değil de, Allah memnûn olsun diye yaparız, çünkü hadis-i şerifte “Fakire verdiğin sadaka, önce Allah’ın eline düşer” diyor. Demek ki gidilen yer, Allah’ın huzurudur. Burada Hz. Âişe’ nin şu hikâyesini anlatmak isterim; Hz. Ömer ile Hz. Âişe birine para vererek bir fakiri memnûn etmeye yollamışlar ama şunu söylemişler: “Nasıl bir duâ etti, onu iyice öğren” Fakir çok memnûn kalmış, çok ihtiyacı varmış ve ellerini açarak her iki sultana da, Hz. Âişe’ye de, Hz. Ömer’e de dua etmiş. Aracı bu duayı aynen tekrarlayınca, Hz. Âişe ile Hz. Ömer o adamın evine giderek aynı duayı adam için yapmışlar. Bunun sebebi de; onun duasını bir karşılık olarak istemediklerini, bunun mükâfatını yalnız Allah’tan beklediklerini göstermektir.

Bir şey verebilmek kadar büyük lütuf olamaz. Çünkü bu; birine bir yardımda bulunana, açılan eli boş çevirmeyene Allah’ın, “Ben seni seviyorum” hitabıdır.  Gene Hz. Âişe ile Peygamber Efendimiz kurban keserek dağıtıyorlar, geriye bir tek boynu kalıyor. Hz. Âişe: “Efendim, bize bir tek boynu kaldı” deyince, “Hayır, boynu hariç hepsi bize kaldı” diyor Peygamber Efendimiz. Yani anlaşılıyor ki; dağıtılan şey bize ait oluyor, bize kalan şey bize ait olmuyor.

Bu arada ibadetlerin de manevi manaları ve şekli halleri vardır. Şeklî hallerin hepsinin de bir manevi manası vardır; kıyamın, rükûun ve özellikle secdenin. Hepsi mânâda bambaşka şeyler ifade ederler. Bu yüzden namazın şekline uymadan yapılan ibadet, bizi terbiye edemez, bizi disipline edemez. O yüzden nasıl okula giderken bir forma giyiyorsak, namazda da yapılan her hareketin önemini kavramak, dikkat etmek lazım. Şekilsiz mana olmaz fakat mana olmazsa da şeklin faydası olmaz. O halde önce iman, sonra namazın şekli ve sonra da namazın içinde miraca götürecek kadar yok olabilmek zevki namazın hakikatidir.

Namaz gibi diğer ibadetlerin usul ve erkânı vardır.  Tadili erkân. Bütün rükunların adaletli olarak eda edilmesi ve hakkının verilmesidir. Yarım yamalak, yapılan ibadetin ihlasla bir çelişkisi vardır. Onun için bizim inancımız, duygu düşünce ve davranışta olduğu gibi yapılan ibadette de adalet ve hakkaniyet vardır. Liyakat da, ehliyet de, icazet de adaletli olmaya ve hakkaniyete dayalıdır. Adaletli olmak demek; yalnız Allah’a sorumlu olduğumuzu bilmek demektir. Çünkü evimizde kıldığımız namazlarda bizi bir tek Allah görüyor namazın şekline uymayı, kendimiz edep için yapıyoruz. Dolayısıyla bir şey Allah için yapılırsa; o adalettir. O açıdan da usul erkâna riayet etmemiz gerekiyor. Ayrıca ihlas çok önemli. O halde, hiçbir şey düşünmeden Allah’a teslim olmak ihlastır. Bütün bunları düzgün yapabilip, Allah’a hulusi kalp ile gidebilmeyi, Allah hepimize nasip etsin vesselam.