NASIL BU HALE GELDİK VE NE YAPABİLİRİZ?

Rüveyda Ç. YILMAZ
Tüm Yazıları
Şu anda toplumsal travmanın tam ortasındayız. Peki, nasıl bu hale gelebildik?

Zor günlerden geçiyoruz. Çoğumuz kaygılı ve depresif. Bazılarımız çözümü yurt dışına yerleşmekte arıyor. Bazılarımız ise ülkemizin dik duruşundan dolayı iç ve dış düşmanlarımızın taarruzuna maruz kaldığımızı ve durup savaşmamız gerektiğini düşünüyor. İnancımız her ne olursa olsun hiçbirimiz iyi hissetmiyoruz. Şu anda toplumsal travmanın tam ortasındayız. Peki, nasıl bu hale gelebildik?

Çeşitli araştırmalar tutulmamış yasların ve ağır travmatik kayıpların nesiller arası aktarıldığını gösteriyor. Özellikle bu travmalar bir “öteki” tarafından yaşatılmış ise durum daha da vahim. Politik ideolojilerin çoğu da toplum tarafından paylaşılmış travmalar, zaferler ve liderler doğrultusunda doğuyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü bizler için bir toplumsal travma idi. O sırada çaresizlik, aşağılanma dahil birçok dehşet verici duygu ile karşı karşıya kaldı atalarımız. Neyse ki yapıcı bir lider olan Mustafa Kemal halk için birleştirici bir güç oldu ve Kurtuluş Savaşı sonucunda Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin kurulması ile beraber gelen değişimler (Atatürk devrimleri) halk tarafından benimsendi ve Kemalizm bir ideoloji olarak doğdu. Ancak Cumhuriyeti kurmanın sevinci, geride bıraktıklarımızın yasını tutmayı dolaylı yoldan zorlaştırdı. Çeşitli sembollerle, anıtlarla, marşlarla, türkülerle, hikayelerle savaştaki kayıplarımızın yasını tutsak da Osmanlı İmparatorluğu’nun yas süreci tamamlanamadı. Cumhuriyete geçiş ve değişimler çok hızlı olduğu için kişiler değişime yüzeysel olarak uyum sağlasa bile kimlik ve kendilik algıları ile bütünleşmiş bazı değerlerinin (çoğu etnisite ve dini değerler) bastırılmasının uzun vadeli sonuçları oldu. Osmanlı’nın bazı sembolleri günümüzde bile tutulamamış yasımızın sonucu olarak önümüze çıkıyor.

Daha önceki yazılarımda travma esnasında yaşanan çaresizlik ve aşağılanma duygularını atlatabilecek ve yas tutabilecek bir ortamın yokluğunda şiddetli öfkenin ve ötekileştirmenin doğacağını ayrıntılı olarak yazmıştım.

Bastırılmış duygular, öfke ve ötekileştirme ile beraber gücü eline alanın bir önceki neslin intikamını aldığı bir kısır döngü içine girdik. Bir önceki neslin veya geçmişin acıları şimdinin gerçeklerinden daha “gerçek” geliyor. Sadece inançlarından dolayı aşağılanan, alt tabaka görülen, namaz kıldığını bile söyleyemeyen insanlar oldu bu ülkede… Sadece Kürt olduğu için veya şivesi olduğu için küçük görülen, terörist ilan edilen, dayak yiyen kişiler olduğu gibi… Veya Ramazan’da oruç tutmadığı için dayak yiyen, kılık kıyafetinden dolayı taciz edilen insanlar…

İlginç olan ise mağdur olanlar mağdur oldukları konularda mağduriyetlerinin farkında ama mağdur ettiklerini inkar ediyorlar. Psikolojide saldırganla özdeşleşme diye bir şey vardır. Kişi mağdur olduğunda, travmatik olaya maruz kaldığında öyle dehşet verici duygular hisseder ki, bu duygularla baş edemediği için nesne ve kendilik temsilleri iki kategoriye ayrılır: Zalim ve mağdur. Hissettiği bu ağır duyguların altında ezilmemek için bilinçdışı olarak zalim ile özdeşim kurar. Yani, geçmişte mağdur olan mağdur etmeye, zalime dönüşmeye başlar. Tabii ki bunun farkında değildir. Ülkemizde belki on yıllardır mağduriyetler üzerinden diğerleri mağdur ediliyor. Gücü elinde bulunduran veya herhangi bir konuda mağdur olmamış kişiler bir “öteki”nin mağduriyetini yok sayıyor. Reina’daki patlamaya üzülen kitle ile aynı patlama camiide olsa üzülecek olan kitle aynı değil. Unutmayalım ki gerçek adalet ancak bizler bizden olmayanların hakkını aradığımızda vuku bulur. Yoksa bu adaletsizlik dönüp dolaşır yine bizi veya bizim çocuklarımızı bulur.

Çözülmemiş travmatik deneyimlerimizden dolayı gerçek hayatta yani “şimdi”de yaşanan şeyler ve kendi hikayelerimiz; anlatılanların, kulaktan dolma duyduklarımızın ve önyargılarımızın önüne geçemiyor. Bir olayla karşılaşıyoruz, bu olayı gerçeğe yakın ve objektif olarak değerlendirmek yerine otomatik pilotu devreye sokup kendi iç dünyamızın dinamiklerine göre değerlendiriyoruz. Bunu milyonlarca insanın beraber yaptığını düşünün. Bunun sonucu gerçek tehdit ve fantezi tehdidin birbirine karıştırılarak ülke için tehlikeli olabilecek gerginlikler çıkmasıdır. Post-Truth (gerçek ötesi) denen çağımızda sosyal medyanın yaygınlaşması ile beraber fantezi tehditlerin gerçek olarak algılanması çok kolay bir hale geldi. Sosyal medyada bir bilgi geldiğinde bunun doğruluğunu sorgulamadan, o bilgi bizim fantezilerimiz ile uyuşuyorsa inanıyor ve paylaşıyoruz.

Birilerini hemencecik cahil, hırsız, koyun, din düşmanı, terörist, dinsiz ilan eder olduk. Mesela, Kayseri’deki terör saldırısından sonra bazı ülkücü gençlerin üniversite yurdunu basarak Kürt olduğunu tespit ettikleri kişileri dövdüklerini öğrendim. Kürt olduğunu tespit ettikleri kişiler öğrencilik dışında hiçbir şey ile meşgul değiller. Bu çok trajik olsa da, daha da trajik olan yurt müdürünün olanları yok saymasıydı.

İçimizdeki güçlü tarafı temsil eden bir aktarım figürü buluyoruz, bu aktarım figürü yanlış yapsa bile bu yanlışın her nasılsa bir hikmeti oluyor. Bir de kötüyü, düşmanı temsil eden bir aktarım figürü buluyoruz, bu aktarım figürü doğru bir şey yapsa bile altında bir bit yeniği oluyor. Mesela, CHP ne yaparsa yapsın “din düşmanı”. Bazı muhafazakar kişiler “Kılıçdaroğlu ne söylerse tersini yapacağım!” Diyebiliyor. Veya Ak Parti’nin yaptığı, ülke için getirisi yüksek icraatler sol kesimden bazı kişiler için önemsiz. Ak Parti seçmeni “koyun” ve “cahil”. Belki de koyun ve cahil diye yaftalandıkları ve anlaşılmadıkları için seçimlerini belirli şekillerde yapıyorlar.

Ülkemiz birçok tehdit ile karşı karşıya kaldığı için kişisel kimliklerimizden ziyade grup kimliklerimiz ön plana çıkabiliyor. Resim yapmayı seven, dışadönük, öğretmen bir anne kimliği yerine Müslüman bir Türk kimliğinin ön plana çıkması gibi… Böyle zamanlarda kitlesel bir anksiyete doğar ve kişiler kendi grup kimliklerinin radikal savunucusu olabilirler. Bunu yaparken kendi gruplarının sınırlarını net çizmek adına diğerlerini ötekileştirirler ve gruplarının içinde grubun dinamiklerine uymayan kişiler varsa, bu kişileri dışlarlar.

Peki, ne yapabiliriz?

ϖ Otorite figürlerinin yani liderlerin önyargısız bir biçimde bütün halkı kapsayıcı ve kucaklayıcı tavırlar sergilemesi gerekiyor. Elbette liderlerin kendi kişisel inançları ve görüşleri olur. Ancak bunları kendi siyasetlerine karıştırarak söylemlerinde bunlara yer vermeleri halkı kaygılandırıyor. Siyasi otorite figürü olunca söylenen her söz, yapılan her mimik ve hatta atılan her bakış halka dokunuyor. Bu yüzden, liderlerin söylemlerinde çok hassas olmaları gerekiyor.

ϖ Sosyal medyayı kullanırken ötekileştirici söylemlerden ve paylaşımlardan uzak durmalıyız. Her okuduğumuz bilgiyi doğru kabul edip paylaşmak yerine sorgulamalı ve araştırmalıyız.

ϖ Kişilerin fikirlerini özgürce ifade edeceği ortamlar sağlanmalı. Ülkede birçok kişi fikirlerini ifade edemiyor ve bastırıyor. Bastırınca ne olacağından yukarıda bahsetmiştim. Sivil Toplum kuruluşlarının önleri açılmalı.

ϖ Özellikle 15 Temmuz sonrası mağdur olanların mağduriyeti giderilmeli.

ϖ Travmatik deneyimlerimizin çözümlenmesi ve yaslarımızın tutulması amacıyla psikologlar olarak projeler üretmeliyiz.

ϖ Ülkede adalet kimseye göre değişmemeli. Adalet işlerse, kişilerin devlete güvenleri artar.

ϖ Ülkemizde yaşanan acı olaylardan sonra hızlıca mekanların isimleri, okullardaki müfredatlar değişiyor. Bu tarz değişimler yas tutmamız açısından iyidir ancak zaman içinde ve kamuoyunun fikri alınarak yapılmalıdır. Öte yandan, bu değişimlerin sindirilmesi zor olacağı gibi, değerlerin içi boşalır.

ϖ Geçmişimiz ile yüzleşmeliyiz. Kime acı çektirdiysek, kimden acı çektiysek, sansürsüz olarak hepsiyle…

ϖ Özellikle kadın ve çocukların mağdur olmasının önüne geçmeliyiz. Gerileyen toplumlarda ilk önce kadın ve çocuklar mağdur olurlar.

ϖ Ne olursa olsun ülkemiz ve geleceğimiz ile ilgili güzel şeyler umut etmeye devam etmeliyiz.