OSMANLI'NIN SON ZAFER DÖNEMİ: SULTAN I. MAHMUD HAN (1730-1754)

Dr. Öğr. Enes DEMİR
Tüm Yazıları
Sultan Birinci Mahmud, 2 Ağustos 1696 günü Edirne'de doğmuştur.

Sultan I. Mahmud’un Şehzadelik Dönemi

Sultan Birinci Mahmud, 2 Ağustos 1696 günü Edirne’de doğmuştur. Babası Sultan II. Mustafa, annesi Saliha (Valide) Sultan’dır. Şehzade Mahmud’un çocukluk yılları babasının Kutsal İttifak Savaşları nedeniyle Edirne’de bulunmasından dolayı bu şehirde geçmiş ve ilk eğitimini de burada almıştır. Mahmud Han, devletin başkenti İstanbul olmasına rağmen babası gibi Edirne’de doğup tahta geçen padişahlardan bir tanesidir.

1703 yılında babası Sultan II. Mustafa’nın tahttan indirilmesi ve amcası Sultan III. Ahmed’in tahta geçmesiyle Edirne’den İstanbul’a gönderilmiş ve Topkapı Sarayı’ndaki dairesinde 27 yıl şehzadelik hayatı geçirmiştir. Bu süreçte eğitimine devam eden Şehzade Mahmud, tarih, edebiyat, coğrafya ve harp sanatı dersleri almış; kuyumculuk ve musikiyle ilgilenmiş, şiirler kaleme almıştır.

Saltanatının Başlangıcı ve İlk Yılları

Sultan I. Mahmud, Eylül 1730’da İstanbul’da başlayan Patrona Halil İsyanıyla, Sultan III. Ahmed’in asilerin isteği üzerine tahttan çekilmesiyle Osmanlı padişahı olmuştur. 1 Ekim 1730 tarihinde amcası tarafından “Devlet idaresini doğrudan ele alması ve kimseye (vezirlerine) tam güvenmemesi” öğüdüyle bizzat tahta oturtulan Mahmud Han, tahta geçtiğinde 34 yaşında idi. İlk olarak tahta çıktığını elçilerle gönderdiği mektuplarla yabancı devlet hükümdarlarına bildirmişti.

1703’te babası Sultan II. Mustafa ve 1730’da da amcası Sultan III. Ahmed’in tahttan indirilmesine şahit olan Sultan I. Mahmud, padişahlığı döneminde devlet görevlerine ehil sahibi kimseleri seçmeye özen göstermiştir. Birçok konuda devlet işlerini yakından takip etmiş ve yöneticileri daima denetlemiştir.

Padişahlığının ilk iki-üç ayı, Patrona Halil İsyanının etkileriyle devam etmiştir. Nitekim isyan sırasında eski padişahı tahttan indirecek kadar güçlenen asiler, yeni padişah nezdinde söz sahibi olmaya çalışarak muhtelif makamlara atanmak istemişlerdir. Henüz ekibini oluşturmaya ve otoritesini tesis etmeye çalışan Sultan Mahmud ise ilk etapta onların isteklerini yerine getirmiştir. Bu kapsamda Silahdar Mehmet Paşa’yı yeni sadrazamı olarak tayin etmiş; Lale Devri’nde yapılan Kağıthane ve Sadabad’daki köşkler yıktırılmıştır.

Yeniçeri Ağası olmak isteyen Patrona Halil ile avanesinin bitmek bilmeyen isteklerine karşı Sultan I. Mahmud, bulunduğu makamın sorumluluğu gereği ordunun ileri gelenleriyle görüşerek ordu komutanlarının kendisine bağlılıklarını temin etmiş; aynı zamanda ulemanın da desteğini alarak isyancıları temizlemek için harekete geçmiştir. Bir toplantı vesilesi ile Topkapı Sarayı’na çağrılan Patrona Halil ve yakın adamları, hemencecik orada idam edilmiştir. Bunun üzerine Patrona Halil isyanında yer alan birçok eşkıyanın İstanbul şehrinde çıkarmaya çalıştığı yeni isyan girişimi, padişahın halkı devletin yanında yer almasına davet anlamına gelecek Sancak-ı Şerif çıkartması sayesinde halkın desteği de alınarak engellenmiştir. Bu kapsamda Sultan I. Mahmud, tahta geçtikten yaklaşık üç ay sonra, asilerin hepsini bertaraf etmiş; tüm kontrolü eline alarak İstanbul’da sükûnet ve asayişi sağlamıştır.

Sadrazamlığa Kabakulak İbrahim Paşa’yı getiren padişah, bu süreçten itibaren İstanbul’da sıkı bir disiplin uygulamaya koymuştur. Çok kere halkın içinde dolaşarak ahalinin sıkıntılarını dinlemiş, tebdil-i kıyafet olarak da İstanbul’un muhtelif semtlerinde teftiş ve ziyaretlere çıkmıştır. Bu gözlemleri sırasında asayişi bozacak, halkın huzurunu engelleyecek olaylar ve kişilerle karşılaştığında anında pratik tedbirler hayata geçirmiş, suçluları cezalandırmıştır. Uyguladığı sıkı disiplin ve düzen sayesinde, saltanatı döneminde birkaç kere İstanbul’da görülen isyan girişimleri anında bastırılabilmiştir.

İstanbul’un yanı sıra taşradaki asayişin sağlanması, muhtelif mahalli idarelerde merkezi idareye asi olan beylerin kontrol altına alınması, haksızlıklarla mücadele, suçluların cezalandırılması gibi icraatları hayata geçiren padişah, Osmanlı Devleti’nin mali durumuyla ilgilenmiş, özellikle narh uygulaması ve vergi konusunda gerekli önlemler almaya çalışarak ekonomi sıkıntının baş göstermesine engel olmuştur. Devletin merkezi otoritesini tesis ederek ahaliyi korumak maksadıyla 1740 yılında bir Adâletnâme neşreden Sultan Mahmud, gerek yerel ayan zümresinin baskısından gerekse taşradaki idarecilerin keyfi uygulamalarından korumak istemiştir.

Doğu Cephesi’nde İran’la Olan Savaşlar

Sultan I. Mahmud, tahta çıkması akabinde kısa sürede devlet yönetimi, payitaht ve taşrada otoritesini tesis ederken bir yandan da dış meselelerle ilgilenmiştir. Bu kapsamda amcası döneminde başlayan İran Savaşları, iki devlet arasında akdedilen muahedelerin kısa süreli olması nedeniyle hala devam etmekteydi. Nitekim “1727 Hemedan Antlaşması” ile Osmanlı Devleti’ne bırakılan Gence, Revan, Nahçıvan ve Tebriz gibi şehirlere, İranlılar tarafından saldırı başlatılmış, özellikle Tebriz ve çevresi işgal edilmişti.

Bunun üzerine Sultan I. Mahmud sadrazamlığa Topal Osman Paşa’y, İran Seferinde Osmanlı Ordusuna komuta etmek üzere Şark seraskerliğine ise Bağdat Valisi Ahmed Paşa’yı tayin etmiştir. Ahmed Paşa 15 Eylül 1731 İran Ordusuna yenmiş; cephede bulunan Hekimoğlu Ali Paşa ise Urmiye ve Tebriz’i geri almıştır. Hemedan Antlaşmasını bozan İran bir kere daha sulh istemek zorunda kalmış ve 10 Ocak 1732’de iki devlet arasında “Ahmed Paşa Antlaşması” imzalanmıştır.

Antlaşmaya göre, Azerbaycan (Gence, Şirvan, Şamahı), Dağıstan, Gürcistan (Tiflis) ve Revan, Osmanlı Devleti’ne; Tebriz, Erdelan, Kirmanşah, Hemedan ise İran’a bırakılmıştır. Lakin, Osmanlı Ordusunun Tebriz’i fethetmesine rağmen buranın İran’a bırakılmasına Sultan I. Mahmud itiraz etmiş ve bu antlaşmaya taraftar olan Sadrazam Topal Osman Paşa’yı azletmiş, yerine İran Cephesi’nde önemli başarılar kazanan Hekimoğlu Ali Paşa’yı tayin etmiştir.

Ahmed Paşa Antlaşması, Sultan I. Mahmud’un kabul etmemesi ve İran Şahı Nadir’in de antlaşmaya yanaşmayarak Bağdat’ı kuşatarak Osmanlı topraklarına saldırmasıyla uygulamaya konulamamıştır. İran Ordusu’nun Nadir Şah komutasındaki Bağdat kuşatması başarısız olmuş ve Nadir Şah yaralı halde geri çekilmiştir. Fakat kısa bir süre sonra Kerkük’e saldırmış ve buradaki savaşta, sadrazamlıktan azledildikten sonra Erzurum Beylerbeyi olarak İran Cephesi’ne görevlendirilen Topal Osman Paşa’nın başında bulunduğu Osmanlı birliklerini mağlup etmiştir. Bu muharebede şehit düşen Topal Osman Paşa, bugün hala Kerkük’te metfundur.

Öte yandan Nadir Şah’ın Kerkük’teki zaferine rağmen Hekimoğlu Ali Paşa da Tebriz’i geri almış ve Sultan I. Mahmud’a gazi unvanı verilmiştir. Fakat kısa süre sonra Tebriz kaybedilince Hekimoğlu Ali Paşa’da görevden alınmış ve yerine Bağdat Valisi Gürcü İsmail Paşa tayin edilmiştir. İran Seraskerliğine ise Rakka Valisi Ahmed Paşa atanmıştır. Neticede1735-1736 yılları arasında devam eden Osmanlı-İran savaşlarında birçok şehir, sürekli el değiştirmiştir. Yapılan muharebelerden kesin bir netice alamaması ile Kafkasya’da Osmanlı Devleti ve Rusya arasında başlayan gerginlik üzerine iki tarafın da isteğiyle sulh görüşmelerine başlanmıştır.

İran’da son Safevî şahını tahttan indirip kendi hakimiyetini tesis eden ve Safevî Devleti’ni yıkan Nadir Şah, Şiilik yerine Caferiliği benimsemiştir. Hem kendi şahlığının tanınmasını hem de Caferiliğin, Osmanlı Devleti tarafından beşinci hak mezhep olarak resmen tanımasını talep etmiştir. Fakat Osmanlı Ulemasının cevaz vermemesiyle bu teklif reddedilmişse de Nadir’in İran Şahı olduğu kabul edilmiştir. Ayrıca İran’da Sünnilik Osmanlı’nın talebi üzerine resmen ilan edilmiştir. Zira yaklaşık 250 yıllık süreçte Safevi idaresinde olan İran, Azerbaycan ve diğer bölgelerde Sünnilik yasak olup Sünni halka karşı büyük bir baskı uygulanmaktaydı. Bu kapsamda “1736 İstanbul Antlaşması” imzalanmıştır. Fakat İran sınırındaki çatışmalar 1746 yılına kadar devam etmiştir.

Bu duruma sebep ise Nadir Şah’ın Osmanlı topraklarına yönelik saldırgan tutumunu devam ettirmesidir. Kafkasya başta olmak üzere Bağdat ve Musul Vilayetlerine saldırılar düzenleyen Nadir Şah, 1743’te Kerkük’ü işgal etmiştir. İran üzerine gönderilen orduların kati bir netice alamaması bir yana Kars dahi İran işgaline uğramıştır. Bunun üzerine Sultan I. Mahmud’un emriyle Diyarbekir Valisi Abdullah Paşa, cephenin güneyinden Hemedan’a yönelerek İran içlerine girmiş ve İran güneybatısında ilerlemeye başlamıştır. Zor durumda kalan Nadir Şah, barış isteğinde bulunarak elçisini İstanbul’a göndermiştir. Sultan I. Mahmud’un oluru ile Osmanlı Devleti ve İran arasında 4 Eylül 1746’da tekrardan bir “İstanbul Antlaşması” akdedilmiş ve 1725’ten itibaren aralıklarla devam eden Osmanlı-İran Savaşları sona erdirilmiştir.

Batı Cephesi’nde Avusturya ve Rusya İle Savaşlar

Osmanlı Devleti’nin İran ile savaş halinde olmasından istifade eden Rusya, 1711 Prut Antlaşmasına aykırı olarak Azak Kalesi ile Podolya çevresinde tahkimat amaçlı kaleler inşa ettirirken sınır hattına da asker sevkiyatı yapmaktaydı. Tüm bu gelişmeler şüphesiz, bölgedeki Osmanlı garnizonları tarafından takip ediliyor ve İstanbul’a rapor ediliyordu. İran Savaşları devam ederken Sultan I. Mahmud tarafından Kırım Kuvvetlerinin Kafkasya üzerinden İran Cephesi’ne gitmesi emredilmişti. Kabartay bölgesinin kendisine ait olduğunu iddia eden ve buradan geçecek Kırım Kuvvetlerine karşı çıkan Ruslar, Kırım birlikleri buradan geçmemesine rağmen Azak Kalesi’ne ve Kırım’daki Orkapı’ya saldırmıştı. Bunun üzerine toplanan Osmanlı Divan-ı Hümayunu, Rusya’nın yayılımcı politikasına karşı engel olmak maksadıyla Rusya’ya savaş ilan etmiştir. Bu kararın alınmasında Fransız elçisi Marquis de Villeuneve’ün, tahriki olduğu, aynı şekilde Avusturya’nın Rusya’nın yanında savaşa katılması için iki taraflı diplomatik çaba sarf ettiği iddia edilmektedir.

Osmanlı Devleti Rusya seferi için hazırlıklara başlarken Sadrazam Seyyid Mehmed Paşa serasker tayin edilmiş; Kaptan-ı Deryâ Canım Hoca Mehmed Paşa da donanmanın başında Karadeniz’e geçmiştir. Yine İran sınırındaki kuvvetlerin bir kısmı Kefe’ye sevk edilmiştir.

Cephe hattında Rusya ile müttefiki Avusturya’nın hareketlerini takip eden Osmanlı Hükümeti, 1736 yılı Haziran ayında orduya İstanbul’dan hareket emri vermiş ve Osmanlı Ordusu Babadağı’na ulaşıp beklemeye başlamıştır. Bu süreçte Avusturya, savaş olmadan orta yolu bulmak için girişimlerde bulunuyormuş gibi gözükmüş; hakikatte Osmanlı’yı oyalayarak askeri hazırlıklarını yapmakla meşgul olmuştur. Nitekim Haziran 1737’de Avusturya Ordusu, Osmanlı sınırlarına yönelik çok yönlü saldırı başlatmış; Bosna, Niş ve Tuna üzerinden Eflak ve Bükreş işgal edilmiştir. Eş zamanlı olarak da Ruslar, Kırım topraklarına girmiş ve Karadeniz’in kuzey kıyısındaki kritik önemi haiz Özi Kalesi’ne saldırarak burayı işgal etmiştir. Barış olabileceği tezleriyle oyalanan Osmanlı Devleti ise bu ani saldırı karşısında, ilk etapta reaksiyon üretmekte zorlanmıştır. Zira Osmanlı Ordusu Rusya seferi için askeri hazırlıklarını tamamlayıp orduyu Babadağı’na sevk etmişken Avusturya’ya karşı büyük bir askeri hazırlık yapmamıştı.

Bu gelişmelerden haberdar olmasıyla hiddetlenen Sultan I. Mahmud, sadrazamlığa Muhsinzâde Abdullah Paşa’yı getirmiştir. Yeni serasker atamalarıyla Avusturya Cephesi tahkim edilmiş ve Sadrazam Abdullah Paşa Banyaluka’da, Hekimoğlu Ali Paşa Bosna’da, İvaz Mehmed Paşa Vidin civarında Avusturya Ordusuna karşı harekete geçmiştir. Kısa sürede Avusturya birlikleri üç koldan geri çekilmeye zorlanırken Hâfız Ahmed Paşa Niş’i Rus işgalinden kurtarmıştır.

1738 yılında da iki cephede savaşlar yoğun şekilde devam etmiştir. Sadrazamlığa getirilen Yeğen Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, Avusturya Ordusunun saldırılarına karşı koyarak birçok yeri işgalden kurtarırken, 1718 Pasarofça Antlaşması ile kaybettiği Belgrad ve çevresini almak üzere de karşı taarruza geçmiştir.

Rusya ile olan muharebelerde ise Rus Ordusu Dinyester Nehri çevresinde geri püskürtülmüş ve Rusların işgal sahaları geri alınmaya başlamıştır. Azak üzerinden Karadeniz’e açılmak isteyen Rus Donanması ise Osmanlı Donanması tarafından yakılarak yok edilmiştir.

Savaşın çıkmasını tetikleyen Fransa ise Osmanlı ilerlemesi karşısında bir barış yapılabilmesi için yeniden arabuluculuk rolünü üstlenmeye çalışmıştır. Cephedeki savaşın Osmanlı lehine devam etmesi nedeniyle ileri harekata devam edilmesi emrini veren Sultan I. Mahmud, daha muktedir olarak gördüğü İvaz Mehmed Paşa’yı sadrazamlığa tayin ederek Belgrad’ı fethetmekle görevlendirmiştir. Bosna’daki Bana Luka Muharebesini kazanan Osmanlı Ordusu, akabinde Belgrad çevresinde yapılan muharebeleri de kazanarak Belgrad’ı kuşatmıştır. Neticede Tuna ve Sava Nehirlerinin birleştiği noktada, bölgenin en stratejik noktası olan Belgrad’ı şehri, 21 yıl aradan sonra Avusturya’dan geri alınmıştır.

Savaşın Sona Ermesi ve 1739 Belgrad Antlaşması

Osmanlı Ordusu’nun cephedeki kazanımları üzerine Avusturya’nın sulh teklifi gelmiş ve padişahın da oluru ile barış görüşmelerine geçilmiştir. Koca Ragıp Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni temsil ettiği görüşmelerde Avusturya’nın öne sürdüğü istekler kabul edilmemiş ve Fransa’nın arabuluculuğu ile Avusturya, Belgrad ve çevresini Osmanlı Devleti’ne bırakmayı kabul etmiştir. Böylece 18 Eylül 1739’da Osmanlı-Avusturya arasında Belgrad Antlaşması imzalanmıştır.

Antlaşma ile Belgrad’ı kaybeden Avusturya, Tuna Nehri’nin kuzeyi ile Eflak ve Bosna’da işgal ettiği sahalardan da geri çekilmeyi kabul etmiş; Tımışvar/Banat bölgesi ise Avusturya’da kalmaya devam etmiştir. Osmanlı Devleti, toprak kazanımı ile batıda doğal sınırı olan Tuna Nehri’ne bir kez daha ulaşmıştır.

1737-1739 savaşlarında cephe hattında Avusturya’ya karşı daha önemli askeri kazanımlar elde etseler de Avusturya’nın sulh imzalaması üzerine yalnız kaldığını gören Rusya da Osmanlı ile sulh imzalamaya mecbur kalmıştır. Zira Osmanlı Devleti bu dönemde, Rusya’nın batı komşusu ve zaman zaman Rusya ile savaş halinde olan İsveç ile yakın işbirliği içerisinde idi.

Belgrad Antlaşması’nın bir devamı olarak Rusya ile 3 Ekim 1739’da Niş’te imzalanan antlaşma metnine göre Azak Kalesi yıkılmak suretiyle bölge Rusya’da bırakılmış; fakat Ruslar, Kırım ve çevresinde işgal ettiği sahalardan geri çekilmeyi kabul etmişlerdir. Ayrıca Rusya’nın savaş öncesi kendisine ait olduğunu iddia ettiği ve savaşın çıkma sebeplerinden biri olan Kabartay bölgesi ise Osmanlı ve Rusya arasında tarafsız bölge kabul edilmiştir. Ruslar, antlaşmaya göre Karadeniz’de savaş ve ticaret gemileri bulunduramayacaklardı. Neticede Rusya’nın sahadaki bazı askeri kazanımlarını, diplomatik arenada koruyamadığı görülmektedir.

Osmanlı-Rus ve Avusturya Savaşı’nın çıkması, gerçekleşme safhası ve barış yapılması döneminde etkin rol üstlenen ve Belgrad Antlaşması’nın Osmanlı lehine olması için diplomatik katkı veren Fransızlar, 1740 yılında Osmanlı Devleti’nden aldığı Kapitülasyon imtiyazlarını genişleterek bu süreçten kazançlı çıkmıştır.

Sonuç olarak Belgrad Antlaşması, Osmanlı Devleti’nin batıda kazandığı askeri zaferlerin neticesinde iki büyük devletle imzaladığı ve önemli diplomatik başarı elde ettiği son önemli antlaşmadır. Osmanlı Devleti’nin İran ile kısmen de olsa savaşa devam ettiği bir dönemde Avusturya ve Rus Ordularına karşı başarılar kazanması ve işgal edilen topraklarını geri alması, askerî açıdan Osmanlı Ordusu’nun hala büyük ordular karşısında reaksiyon gösterdiğini ve başarılı olduğunu ortaya koyarken diplomatik anlamda da sahadaki kazanımlarını diplomatik arenaya yansıttığını göstermesi bakımından önemlidir.

Sultan I. Mahmut Dönemindeki Yenilik ve Islahatlar İle Yapılan Mimari Eserler

Sultan I. Mahmud, amcası döneminde başlatılan ıslahat ve yenilikleri devam ettirmiştir. Patrona Halil isyanı ile sekteye uğrayan yenileşme ve gelişim faaliyetlerini, Lale Devri’nde olduğu gibi kamuoyunun tepkisini çekmeyecek şekilde bilinçli bir programla ve bizzat kendi takibinde yürütmüştür.

Sultan Mahmud döneminin ıslahat ve yenilikleri askeri, idari, ekonomik, sosyal, mimari, ilmi ve fenni hemen her alanda olmuştur. Ağır ve yıpratıcı savaşlar içerisinde bulunan ve eski gücüne nazaran kayıplar yaşayan Osmanlı Ordusu’nun savaşma güç ve kabiliyetini artırmak isteyen padişah, ilk etapta İbrahim Müteferrika’dan bir rapor hazırlamasını istemiştir. İbrahim Müteferrika tarafından Siyasetname türünde, devlet düzeni ve askeri sistem hakkında bilgilerin verildiği ve önerilerin belirtildiği “Usûlü’l-Hikem” adlı eser yazılmıştır. Bu kapsamda Fransız Ordusu’nda görevli bir Müşir iken ordudan atılan ve Sultan III. Ahmed döneminde Osmanlı’ya sığınan Comte de Bonneval’e yetki verilmiştir. Müslüman olmasıyla Humbaracı Ahmet Paşa olarak anılmaya başlayan Bonneval, maaşlı bir Humbaracı Ocağı ile Üsküdar/Ayazma’da Humbarahâne adıyla bir kışla ve buradaki askerlere teknik/fen bilimleri eğitimi verilmesi maksadıyla bir okul kurmuştur. Burada eğitim alan askerler, Osmanlı serhad boylarındaki kalelere gönderilmiş ve bilhassa 1737-1739 Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşlarında yararlılık göstermişlerdir.

Sultan I. Mahmud’un askeri alanda yeniliklerinden bir tanesi de savunma sanayi alanında olmuş; dönemin askeri ihtiyaçlarına binaen Topçu Ocağı düzene sokularak yeni toplar döktürülmüştür. Batı Cephesi’ndeki savaşlarda kullanılan bu toplar, Osmanlı Ordusu’nun, son iki savaşta kaybettiği Avusturya Ordusu’na karşı zafer kazanmasına katkı sağlamıştır. Yine bu dönemde taşradaki Osmanlı birliklerini oluşturan ve eski düzeni bozulan Tımarlı Sipahiler için yeni bir kanun hazırlatarak düzenlemeye gidilmiştir.

Padişahın emriyle Lale Devri’nde kurulan ilk resmi devlet matbaasının tekrar canlandırılması için Lehistan’dan ustalar getirtmiş; ilmi ve edebi kitapların basımları gerçekleştirilmiştir. Yine Yalova’da bir kâğıt imalathânesi açılmıştır.

Mali anlamda uyguladığı disiplin, memur ve askere yapılan maaş ödemelerinin Şemsî takvime göre yapılması ile geliştirdiği bütçe anlayışı sayesinde Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumu, üç cephede uzun süre savaşlara rağmen büyük bir zorluk ve kriz yaşamamıştır.

Islahat ve yeniliklere açık olan padişah, ülkenin ve Şehr-i İstanbul’un imar edilmesine ve mimari estetiğine büyük önem vermiştir. Başta İstanbul olmak üzere birçok bölgede dini, ilmi, kültür ve sanat alanında büyük eserlerin inşa edilmesine öncülük etmiştir. İstanbul’da inşa ettiği çok önemli yapılar dolayısıyla çağdaş kaynaklarda, “Muammer-i Bilad Sultan Mahmud Han” yani (şehri imar eden Sultan Mahmud) olarak anılmıştır.

Bilhassa Üsküdar, Boğaziçi ve Haliç’teki saray, kasır, köşk ve konakların onarım/inşası ile Boğaz’ın estetik bir görünüme kavuşturulması amaçlanmış, yine III. Ahmed döneminde başlayan çeşme ve sebil kültürü bu dönemde de devam ettirilmiştir. İstanbul’un birçok yerinde su sorununu çözmek için su bentleri yapılmıştır. Nitekim padişahın bölgede inşa ettirdiği su dağıtma sandığından dolayı “Taksim” adı onun zamanından beri kullanılmaktadır. Sultan Mahmud döneminde, dönemin devlet adamlarının da katkısıyla İstanbul’da kütüphaneler kurulmuştur. Bunların başında padişahın 1739 yılında Ayasofya Camisi’nin bitişiğine kurdurduğu Ayasofya Kütüphanesi gelmektedir.

Sultan I. Mahmud’un yaptırdığı eserlerin başında Fatih/Çemberlitaş yolundaki Nur-u Osmaniye Camisi gelmektedir. Fakat bu caminin bitmesine az bir süre kala Sultan Mahmud vefat ettiği için cami, kardeşi III. Osman tarafından kendi ismi verilerek ibadete açılacaktır. Yine cami ve hamamdan oluşan Kandilli’deki Boğaz’a nazır külliyede Sultan I. Mahmud tarafından yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmed döneminde inşa edilen ve Sultan I. Mahmud dönemine kadar Yeni Saray olarak anılan Topkapı Sarayı, padişahın topların bulunduğu yerde yaptırdığı ve “Topkapusu Sahil Sarayı” adını verdiği ahşap binanın çıkan bir yangında yanması sonucu, Topkapı Sarayı adını bu dönemde almıştır. Ayrıca padişah Mısır/Kahire’de de bir külliye yaptırmıştır. Sonuç olarak Sultan I. Mahmud döneminde muhtelif alanlarda toplam 81 yapı inşa edilmiş olup İstanbul ve Edirne arasındaki devlete ait tüm kasır ve camilerin tamiri yapılmıştır.

Sultan I. Mahmud’un Vefatı ve Hakkında Değerlendirme 

Osmanlı Devleti’nin yönetimini bir isyan sonrası oluşan kargaşa ortamında devralan Sultan I. Mahmud, devlet düzeni ve otoritesinin sağlanması, biriken problemlerin giderilmesi, devletin içinde bulunduğu muhtelif sorunların çözümü, askeri ve diğer alanlarda çağa ayak uydurulması ve üç cephede vuku bulan savaşlar ve diplomatik süreçler gibi çok yönlü ve yoğun bir ortamda devlet başkanlığı yapmıştır. Bu yoğun tempo içerisinde saltanatının son döneminde hastalanan padişah, 13Aralık 1754 tarihinde cuma namazından dönerken Topkapı Sarayı’nın Demirkapı girişinde, atının üzerinde iken fenalaşmış ve vefat etmiştir.

59 yaşında iken vefat eden Sultan I. Mahmud, Nur-u Osmaniye Camii’nin yanında hazırlattığı türbesine defnedilmeyip halefi Sultan III. Osman’ın iradesiyle Yeni Cami yanındaki Vâlide Turhan Sultan Türbesine, babası II. Mustafa’nın yanına defnedilmiştir.

Sultan I. Mahmud, kaynaklarda karakter ve kişilik olarak akıllı, tedbirli, bilinçli, yeniliklere açık, azimli, merhametli ve sabırlı bir insan olarak zikredilmektedir. Özellikle babası ve amcasının tahttan indirilmesine şahit olan Sultan Mahmud, bu hadiselerden ders alarak gerek iç siyasette gerekse dış siyasette tedbirli ve akılcı aynı zamanda etkin ve pragmatik bir politika takip etmiştir. Halkın sorunlarını ve devlet idaresindeki işleri, son dönemlerdeki padişahların aksine yakından takip eden padişah, sık sık sadrazam değişikliği yapmaktan kaçınmamış; böylece devletin menfaati için ne önlem almak lazım geliyorsa hızlı bir şekilde uygulamaya koymuştur. Şüphesiz döneminde Harem’deki Darüssaade Ağaları Hacı Beşir ve ikinci Beşir Ağa’nın da etkisinde kalan padişah, sadrazam ve serasker değişikliklerinde bazen yanlış kararlar da verebilmiştir. Tarihçi Abdülkadir Özcan’a göre, “Sebkatî” mahlasıyla şiirler yazan Sultan Mahmud, musikiyle uğraşmayı meşgale haline getirdiğinden bir kısmı günümüze ulaşan besteler yapmış tanburî bir sazende idi.

Sonuç olarak Sultan I. Mahmud dönemi, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasette, 18. yüzyılın ortalarında dahi etkinliğini ve gücünü ortaya koyabildiği bir devirdir. 1699’dan sonraki dönem, klasik tarih anlatımında bir gerileme dönemi olarak adlandırılsa da bu anlayışın artık tarihsel olayların değerlendirilmesinde önemli bir karşılığı bulunmamaktadır. Zira Sultan I. Mahmud döneminde askeri anlamda kazanılan zaferler, bilhassa Belgrad’ın geri alınması ve üç cephede girişilen savaşlara rağmen önemli bir toprak kaybı yaşanmaması, ayrıca birçok alanda gerçekleştirilen önemli yenilik ve ıslahatlar, devletin gelişimine katkı sağlamıştır.

Önemli Kaynaklar

 (Abdülkadir Özcan, “Mahmud I”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.27, ss.348-352.)

(Uğur Kurtaran, “Sultan I. Mahmud’un Hayatında Üsküdar’ın Yeri ve Önemi”, Uluslararası Üsküdar Sempozyumu VIII, 21-23 Kasım 2014, Bildiri”ler I Kitabı,ss.167-196)