OSMANLI'YI YIKABİLMEK?

Tarık ÇELENK 30 Ağu 2016

Tarık ÇELENK
Tüm Yazıları
İlber hoca, 19. Yüzyılın yarısı ve 18. Yüzyılın başlarını içeren süre için 'Osmanlı'nın en uzun yüzyılı tabirini kullanır.

İlber hoca, 19. Yüzyılın yarısı ve 18. Yüzyılın başlarını içeren süre için ‘Osmanlı’nın en uzun yüzyılı tabirini kullanır. Haksızda değildir hani. Bir diplomasi tarihçisi için bu yüzyıl, ilgili kitap bölümlerini aşacak kadar yoğun ve karmaşıktır. Buradan çıkarak 2011 genel seçimlerinden itibaren, bugüne bakarsak, yaşadığımız olaylar açısından Cumhuriyetimizin en uzun ‘5’ yılını yaşadık diyebiliriz.

PKK terörü ile savaş, Açılım, Çözüm süreci, Suriye iç savaşı, Gezi, 17-25 Aralık, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, terörle mücadele, 15 Temmuz kalkışması, radikal gruplar ve PKK terörünün yayılması, Suriye’ye müdahalemiz gibi olumlu- olumsuz gelişmeler son 5 yılda yaşandı. Toplumumuz yaşadığı birtakım şokları regresyon (gerileme- tarihsel eski referanslara yönelme) veya tek bir grup kimliğinde bütünleşerek dengelemeye çalışmaktadır. Bunlara bağlı olarak, son gelişmeleri  toplumumuzun büyük bir kesimi  şöyle değerlendirme eğilimindedir;

 

  • Ülkemiz büyük ve çok yönlü bir dış saldırı tehdidi altındadır.

  • Hedef ülkemizi bölmek ve Kürt devletinin yolunu açmaktır.

  • Ortadoğu’da planlanan yeni yapıda tek direnç ülkemizden gelmektedir, bu nedenle ülkemizin direncini kırmak için yollar denenmektedir.

  • Bu dış operasyonların en büyük destekçileri içimizdeki hainler ve gaflet içindeki iyi niyetli liberallerdir.

 

TRT dizisinden de aşina olacağımız gibi, Osmanoğlu- Kayı boyu bu topraklara mütevazi şartlarda gelmişti. Anadolu’ya ayak bastıklarında Selçuklu ve Moğol ordularının ‘Ermeniderbendi’ savaşı ile karşılaştılar. En mazlumunun yanında olmaya karar verdiler. Selçuklu o savaşı kazandı, Kayı aşireti Selçuklu sultanının dikkatini çekti. Kendisine önemli nişanlar verdi ve en uç kritik noktaya yerleştirdi. Kayı aşireti Selçuklu sonrası Anadolu beyliklerinin en güçsüzü idi. ‘Gazavat’ ve ‘Fütüvet’ yani kısaca tasavvufi manada mücadele ve gençlik enerjisi ile kutsal bir misyon edindiler. Yeniliğe hiç kapalı olmadılar. Bizans’ı dönüştürdüler. Büyük imparatorluğu kurarken de, hiç bir zaman taht kavgaları ve ihanetler bitmedi. Bu uğurda kardeşler ve değerli sadrazamlar katledildi. Papa II. Pius’un Fatih’e Hristiyanlık teklifinden bu yana, önce haçlı Avrupası sonrada Aydınlanma çağı Avrupa’sının Türkleri Asya’ya sürme ütopyası devam etmekteydi. Dış düşmanlar boş durmadılar rivayet odur ki,  ‘Büyük Kartal’ Fatih’i zehirlediler. İç isyanları örgütlediler ama devlet hep sonunda kazandı.

Ancak özellikle Rum, Sırp ve Eflak köylülerinin Osmanlı idare sisteminde yaşamayı tercih etmeleri bu planları bir kaç yüzyıl boşa çıkarmıştı. Anlaşılacağı gibi o dönemde Osmanlı’nın idari ve mali sistemi her türlü dış veya iç manipülasyona karşı dirençli yapıdaydı. İmparatorlukta, her fani canlı ve kurumun kaderi gibi durakladı, geriledi ve çöküşe geçti. İmparatorluğu yönetenler ve yönetilenler arasında doğal olarak yolsuzluğa karışanlar, iyi niyetli beceriksizler ve ihanet içinde olanlarda vardı. Fuzuli’nin Şikayetnamesinde “selam verdim rüşvet değildir diye almadılar” ifadesi toplumsal bir gerçekliği de yansıtmaktadır. Osmanlı idari reformları yeni gelişen dünyanın taleplerine karşılık veremeyince maalesef bölücü devletlerde amaçlarına ulaşabildiler. O dönemin değerli devlet adamlarından Keçeçizade Fuat Paşa’ya Sultan Abdülaziz’in 1867’deki Avrupa seyahati esnasında soruyorlar “en güçlü devlet hangisidir? diye. Fuat Paşa, “şüphesiz ki Devlet-i Aliye-i Osmaniye’dir. Çünkü yıllardır siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz ama bir türlü yıkılmıyor” şeklinde esprili cevap manidar ve yoruma da açıktır.

Abdülmecit, Abdülaziz ve II. Abdülhamid gibi değerli devlet adamları reformlarını yaparken müstevli dış düşmanlar ve hainlere gafil kalmadılar, ancak reel politik gerçeklere göre davrandılar. Abdülhamid reformları belki imparatorluğun ömrünü birkaç yıl uzattı ayrıca bu reformlar Cumhuriyetimizin yetişmiş kadrolarına da temel teşkil etti. İmparatorluk dağılırken vatansever genç subaylar Balkanlar, Afrika ve Ortadoğu’da bir çok ihanetle de karşılaştı. Genç kurmay subay Mustafa Kemal ülkesinin parçalanmasına dair siyasi gelişmeleri çok iyi takip etmişti. Yeni Cumhuriyeti kurarken içeride ve dışarıda düşmanlarını hep azaltmaya çalıştı. Yeni meclis kurulurken Kürt ve Alevi beyler dahil hep, ittifak alanını genişletti. Dışarıda ‘İtilaf’ ve ‘İttifak’ devletlerine iyi niyet elçileri gönderdi.

Bilindiği gibi M. Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kararlı duruşları ve mücadeleleri, savaş ve barış diplomasisinin başarılarıyla, istilacı güçleri Anadolu ve İstanbul’un dışarısına atmaya yetebildi. Dünyada Türk her zaman yalnızdır veya bir Türk dünyaya bedeldir düşüncesi, Çetin Altan’ın değimiyle ‘Türk’ün Türk’e propagandası’ yaklaşımını çağrıştırmaktadır. Bu yaklaşım, ülkemizin karşılaştığı tarihsel gerçek dış ve iç tehditlerin doğru anlaşılmasını zorlaştırmıştır.

Dün Osmanlı’da bugün Ülkemizde her zaman var olan ve olacak olan iç/dış tehditlere karşı Abdülhamid ve M. K. Atatürk gibi devlet adamlarımızın feraseti, aklı, bizlere aktardıkları tecrübeleri  ve diplomasi vizyonları halen önümüzü aydınlatmaktadır. Osmanlıyı Sırp, Rum ve Eflak köylüleri açısından cazip kılan toprak ve idari sistemiydi. Osmanlı çağına göre kurumları ve değerleriyle, coğrafya halkları açısından model ülkeydi. Türkiye’nin Osmanlı ve Cumhuriyet tecrübesinden intikal eden değerleri ve kurumlarının kararlılıkla geliştirmesine devam edilmelidir. Model olan bir Türkiye Cumhuriyeti, her zaman işbirliği için tercih edilecektir.