TASAVVUF VE TÜKETİM KÜLTÜRÜ

Cemalnur SARGUT 03 May 2018

Cemalnur SARGUT
Tüm Yazıları
Tasavvuf bakış açısında hiçbir şeyin aşırılığı olmadığı gibi tüketimin aşırılığını da nefsani bir ihtiyaç olduğunu ruhu memnun etmediğini ancak nefsi azdırdığını çok iyi biliyoruz.

Tasavvuf ve tüketimin ters orantılı oluşu bu konuyla ilgilenen öğrencilerimizi çok etkiledi ve Üsküdar Üniversitesinde Tasavvuf Enstitüsünde öğrenim gören öğrencimiz Birhan Gencer’in makalesini aşağıda bu hafta özet olarak ilginize sunuyorum. Bugün Türkiye’nin en büyük problemi olan aşırı tüketimin sınırlandırılması için insanın gerçekten ahlaklı, edepli, imanlı olması gerekmektedir. Bu yazının da siz değerli okuyucularımıza çok faydalı olacağına inanıyorum.

 Birhan Gencer’in yaptığı çalışmayı yönlendiren düşünce, temel ihtiyaçların karşılanması olarak tanımlanan tüketim olgusunun, insana ve çevreye zarar veren boyuta nasıl dönüştüğünü belirlemeye çalışmak ve İslam tasavvuf anlayışının konuya yaklaşımlarına kısaca değinmektir. Niçin tüketim kültürü ve tasavvuf? Çünkü ihtiyaç olgusunun yerini alarak sınırsız tüketime yol açan arzu ve istekler nefs kaynaklıdır.

Tüketim kültürünü okumaya ekonomi derslerinden başlamak gerekir. Ekonomi derslerimizde ‘istekler namütenahi kaynaklar kısıtlı’ kabulüyle karşılaştık. Bu eğitimin amacı kısıtlı kaynakları en iyi şekilde kullanarak namütenahi istekleri tatmin etmekti. Tüketim kültürünün beşiği olan Batı daha fazla tüketebilmek için ihtiyaç duyduğu her türlü kaynağı öncelikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin birikimi, hammaddesi ve insanında arıyor. Bugün bölgelerdeki savaşların, göçlerin ve kalkışmaların altında hiç kuşkusuz ekonomik güç hırsı yatmaktadır. Bu hırs hiç kuşkusuz sahibine de zarar vermektedir.

Hazreti Adem’in yasak elmayı tüketmesi de özünde kendi nefsine zulümdür. İslam tasavvufu, kişilerin birey olarak farklı yaşamlarına hürmet eder bununla beraber vahdet anlayışıyla sen-ben farkını da ortadan kaldırır. Bunun sonucunda madde, insanın gerçek ihtiyacına hizmet eden aslî ve kutsal değeriyle algılanır. İslam’da tüketim, temel ihtiyaçların aşırılığa kaçmadan karşılanmasını esas alır. Çalışmak ve üretmek insanın kendisiyle birlikte diğer insanlara fayda sağlaması açısından önemlidir. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmak ama yarın ölecekmiş gibi ibadet etmek, kulluk anlayışının aynı zamanda üretim ve tüketime bakan kısmını çok güzel ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Sizden birine nefsinin kanaat edeceği (zaruret miktarı olan) şey kafidir. İnsan neticede dört zira’ ve bir karış (yerden ibaret mezar)’a gidecektir. İş sonuna dönecektir.” Mevlana hazretleri de teşbih yoluyla insanın hırsının onu su alan gemi gibi batıracağını söyler. İnsan, ruh taşıyan bir varlık olması hasebiyle maddi ve manevi ihtiyaçları bir arada barındırır. Manevi ihtiyaçların yeterince karşılanmayışının sebep olduğu huzursuzluk, maddi bir karşılıkla giderilmeye çalışıldıkça, kişinin arzu ve istekleri ihtiyaç oluverir ve çoğunlukla tatminsizlikle sonuçlanır. Hz. Mevlânâ bunu deniz suyu içtikçe susuzluğu artan insanın haline benzetir.

Tüketim davranışlarımızı belirleyen faktörler ihtiyaçtan ziyade arzu ve isteklerdir. Arzu ve isteklerin doğurduğu tüketim faaliyetleri zamanla sınırsız tüketim iştahına dönüşmekte gerek insan gerek çevre ve iklim üzerinde yaşanan olumsuz etkileri doğurmaktadır. Bu saikle Kur’an-ı Kerim muhataplarını şöyle uyarır: “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm, 30/41) Maddeye verilen anlamla birlikte insanların itibarı ve değeri de büyük ölçüde sahip olduğu varlıkların miktarıyla doğru orantılı olarak kabul ediliyor. Oysaki İslam, malın kibir ve gurur aracı olmasına karşı çıkmaktadır. İslam’da, birçok kötülük, suç ve günahın sebebi olan mücerret (soyut) ihtiyaçlar ortadan kalkar. Allah-âlem-insan-eşya ilişkisi bir bütün olarak görülür. Yaradılışın esas kaidesi olan birlik (tevhit) anlayışı içinde tüm âlem ele alındığı için, âlemle ilişkiyi tanımlamanın yanında muamele yöntemini de gösterir.

Tüketimin zamanla tüketim kültürüne dönüşümünü incelediğimizde sürekli artan tüketim ve buna bağlı büyüyen ekonominin kaçınılmaz olarak kendi kültürünü ve değerlerini oluşturduğunu görüyoruz. Bu kültüre ait en önemli değer maddedir. Duyguların dahi semboller haline dönüştürülerek maddeleştirilmesi, bu kültürün bekası için kullandığı araçlardandır. Oysa ki geleneksel kültürün tüketim tavırları üzerindeki etkilerine işaret eden açıklamalar toplumların manevi ve kültürel birikimlerinin önemini vurguluyor. Bu noktada Japonların hem teknolojik olgunluğa sahip olup hem de tasarrufta olgunlaşmış olması manidardır.

Görülüyor ki, bugün yaşanan bozulmaların müsebbibi aşırı istek ve arzularına esir olmuş insandır. Zira “evrende boşluğa yer yoktur” prensibi gereğince, ‘Tasavvuf Kültürü’nü hayatlarımıza geçirmeye çalışmanın, büyük ölçüde hangi kültürlerin etkileri altında olduğumuzu tanımakla mümkün olduğunu düşünüyorum. Farklı branşlardan yerli yabancı birçok bilim adamının özellikle son otuz yıl içinde bu konuda çarpıcı çalışmaları olduğunu gördüm. Bu bilim insanlarının fayda sağlayacak çalışmalar için ortak görüşleri, konunun sosyolog, psikolog, ekonomist ve din adamları tarafından multidisipliner çalışmalarla ele alınması yönünde.