​TOPRAK İŞLEYENİN, SU KULLANANIN MI? YENİ DÖNEMDE TARIM POLİTİKASI

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Öncelikle bütün okuyucularımın ramazanını tebrik ederim.

Öncelikle bütün okuyucularımın ramazanını tebrik ederim. Ramazan boyunca her cuma sizlere ramazanın iktisadi boyutunu anlatmaya çalışacağım. Allah günlerinizi bereketli ve ibadetlerinizi makbul kılsın.

Rahmetli Ecevit, dağları taşları “Umudumuz Karaoğlan’” sloganları ile donattığında bir başka slogan daha üretmişti: “Toprak işleyenin, su kullananın!”. Bu slogan, “ortanın soluna” açılan CHP’nin Osmanlı’dan kalma eşraf ve toprak ağalarına sosyalizm ketçabı katılmış bir başkaldırısı sayıldı. Halbuki, devleti kuran ve Osmanlı – İttihatçı Bürokrasi elitinin partisi sol olabilir miydi? Bu sorunun cevabını işi bilen, meslekten yetişmiş Sosyalist ağabeylerime bırakıyorum. Ancak, benim çok hürmet ettiğim ve minnetle andığım Karaoğlan’ın bu sloganı, neden hep ekonomik işlerde başarısız olduğunun göstergesidir. Zaten, onu iktidara getiren kahramanlığı ve milliyetçiliği iken (bir solcu milliyetçi olabilir mi?), iktidardan götüren de ekonomide işleri eline yüzüne bulaştırması olmuştur. Neyse, biz burada rahmetli başbakanımız Ecevit’i değil ama Türkiye’nin tarım politikasını tartışacağız, ancak bu güzel ramazan gününde Bülent Ecevit’in ruhuna bir Fatiha okuyalım.

Türkiye’nin tarım sektöründe temel problemi ölçekten kaynaklanır. Ölçekle kastedilen, herhangi bir firmanın üretim tesisinin minimum maliyetle üretim yapabilecek üretim büyüklüğüne ne derece yaklaştığıdır. Her firmanın belli bir teknoloji seviyesinde, üretilen malın birim maliyetini en düşük düzeye getiren bir üretim tesisi büyüklüğü olur. Bu üretim tesisi büyüklüğü “Minimum Etkin Ölçek” olarak adlandırılır. Eğer, üretim tesisi bu minimum etkin ölçeğin altında bir sermaye büyüklüğüne sahipse, o takdirde, birim maliyetler yükselir. Eğer, üretim tesisi bu minimum etkin ölçeğin üstünde bir sermaye büyüklüğüne sahipse de, yine, birim maliyetler yükselir. Tarım sektörüne bu analizi uyguladığımızda, görmekteyiz ki, ülkemizin tarım işletmeleri minimum etkin ölçeğin altında bir üretim tesisine sahiptirler, (Tarım işletmelerinde üretim tesisinin büyüklüğü kullanılan ekilebilir arazinin sermaye ve/veya emeğe oranı ile ölçülür). Yani sahip oldukları sermayeye göre (traktör ve biçerdöver misali araçlar) çok düşük miktarda toprağa sahiptirler. Bu hem tarım üretiminde birim maliyetleri yükseltmektedir, hem de tarım işletmelerini (aslında resmi tarımsal işletme de pek yoktur ya, neyse!) borç yüküne zorlamaktadır. 

Türkiye’deki tarım küçük aile işletmelerine ve onların ektiği çok küçük boyutta arazilere dayanmaktadır. Buna karşın, her aile traktöründen biçerdöverine kadar, sahip oldukları toprağa nispetle aşırı büyüklükte sermayeye sahiptirler. Örneğin 100 haneli bir köyde, bütün toprakların ekilmesi ve biçilmesi için senede toplam 60 gün çalışacak bir traktör yeterlidir. Ancak, gidip Anadolu’da herhangi bir köye baktığımızda her evin önünde bir traktör, yetmedi zengin hanelerin önünde ekstra bir biçerdöver de görebilirsiniz. Senenin toplam 20 günü üretimde kullanılan bu araçlar aslında ekstra maliyet kaynağıdır. Lâkin Türk köylüsünün traktör sevdası farklıdır: Kasabaya “hökümat işlerini” görmeye veya “hanıma nevresim bakmaya giderken” traktöre biner. Traktör bir nevi statü/itibar sembolüdür. Daha önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim “gösteriş tüketimini” düşünün. Maliyetleri düşürmek ve kârlı tarım işletmelerine sahip olmak için ne yapmak gerekir, o zaman? Çok büyük arazilere sahip çiftlikler oluşturmak gerekir. Yani “bırakın toprak işleyenin su kullananın” sloganını, büyük arazileri bölüp parçalamak değil, aksine, o büyük arazilerin bile üçünü dördünü bir araya getirip dev çiftlikler kurmak gerekir. Benim akrabalarımın bir kısmının da aralarında olduğu küçük tarım işletmelerinin ise hiçbir şekilde “Yeni ve Büyük Türkiye’de” yeri olamaz. 

Tarım sektöründe bir başka sorun teknoloji ve know-how kullanımında yetersizliktir. Gerçi hükümetlerin böyle bir derdi olmamıştır ki, gariban çiftçinin olsun. Önümüzdeki 20 yıl içinde bir biyo-teknoloji devrimi gelmektedir. Canlıların genetiğinin insan eliyle değiştirilebileceği bir ufuktan bahsediyorum. Bu kanser dahil bir çok hastalığın nezle düzeyine inmesine yol açarken, tarımsal ürünlerin de çok daha verimli olabileceği bir süreci müjdelemektedir bizlere. Bu noktada, ticaret siciline kayıtlı, gıda ve ziraat mühendisleri istihdam eden, ürünleri belli bir kalite standardında piyasaya süren ve ambalajlı–markalı ürünler arz eden profesyonel tarım işletmelerine ihtiyaç vardır. Böyle bir iş örgütlemesini Hüsmen Ağa’dan veya Memo Ağa’dan bekleyemeyiz. Örneğin, gelişmiş ülkeler olan Hollanda, İtalya, Fransa, İsviçre ve benzeri ülkelerde tarım işletmeciliği hiç de öyle küçümsenecek bir iş kabul edilmez ve tarımsal üretim de amatör, iyi niyetli ama eğitimsiz aile efradına terk edilemez. Üretilen ürünün bir tarım işletmesi (ticaret siciline kayıtlı ve düzenli vergi veren gerçek bir şirket) tarafından piyasaya arz edilmesi, ister istemez, standart büyüklüklerde paketlerde ambalaj ve firmanın tescilli markasının kullanılmasını gerektirir. Bu marka ve paketleme belli bir ürün farklılaşmasına nispetle yapılacağı için, ürünlerin de firma tarafından belirlenmiş belli standart özelliklere sahip olması gerekir: tat, koku, renk ve büyüklük gibi. Firmanın bu standartları tutturması için gıda ve ziraat mühendisleri istihdam etmesi ve üretimde makineleşmeyi hızlandırması gerekir. Satılan malların miktar ve tutarını kaydedip, bilançoyu hazırlayacak bir muhasebe departmanı da üstüne cabasıdır. Tahmin edeceğiniz gibi, (şehirden kaçıp daha doğal ortamda yaşamayı tercih eden ve organik tarımla uğraşan birkaç istisnai örnek dışında) bizim böyle bir çiftçi profilimiz yoktur. Böyle olduğu sürece de ne üretim potansiyelini arttırabiliriz, ne doğru düzgün vergi toplayabiliriz ne de Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir.”, sloganını hayata geçirebiliriz. Eğer özel sektörde geçimlik amatör tarımdan profesyonel tarıma geçecek bir sermaye bulunamıyorsa, o takdirde, ne yapılmalıdır? Gerekirse büyük kooperatifler veya doğrudan tarımsal KİT’ler kurulabilir.  

Tarımsal üretimin ölçeği ve iş yapma tarzı kadar önemli olan bir husus -ki bu doğrudan devleti ilgilendiren ve hükümetin sorumluluğunda bir husustur- tarımsal arazilerin belirlenmesi, derecelendirilmesi ve kayıt edilmesi ve bu arazilerin -her ne sebeple olursa olsun- imara açılmasının yasa ile yasaklanmasıdır. Artan nüfusu besleyecek, gıda üretiminde dışa bağımlılığı en aza indirecek bir tarım sektörünün varlığı için, hem firmaları ölçekleri büyümesi, hem kullandıkları teknolojiler ve iş örgütlenmesindeki profesyonellik düzeyi yenilenmesi, hem de bütün ülke bazında ekilebilir arazilerin koruma altına alınması gerekir. Son günlerde yapılan “zeytinlikler tartışmasını” bu çerçevede ele alınız. Burada bahsedilen üç noktanın kısa zamanda çözülebileceğini zannetmiyorum, fakat bu şimdiden planlansa dahi, en az 10 yılda mesafe alınabilecek bir yapısal reform sürecidir. (Yapısal reform zannedildiği gibi vergi yüzsüzlerini affetmek, borçlarının üstüne yatan esnafın ödenmemiş borçlarını sümen altı etmek veya il başkanının damadına yarayacak şekilde imar düzenlemesi yapmak değildir, kimse kusura bakmasın.) Türkiye’nin her alanda olduğu gibi tarımda da ciddi bir yapısal dönüşüme ihtiyacı vardır ve bu dönüşüm de birçok kişi ve kurumun menfaatlerini tehdit edecektir. Tarımda yapısal reformu uygulayan bir iktidarın ciddi eleştirilere maruz kalacağı da aşikârdır. Çünkü bugünkü Türk tarımı verimsizliği, üretimsizliği ve kayıt dışı ekonomiyi beslemektedir ve bundan nemalanan ciddi bir lobi bulunmaktadır.