TÜRK SAĞINDA , DİYALEKTİK VE ÖTEKİ SORUNU

Tarık ÇELENK 20 Eyl 2016

Tarık ÇELENK
Tüm Yazıları
" Ey düşmanım, sen benim ifâdem ve hızımsın; Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın !.. " N. Fazıl Kısakürek

" Ey düşmanım, sen benim ifâdem ve hızımsın; Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın !.. " N. Fazıl Kısakürek  Düşünebildiğinizde hangi ideoloji, felsefe veya bakış açısı tüm insanlığa dair bir şeyler önermiyorsa sorunludur. Bu açıdan Türk sağı belki acelesinden, belki de yüzleşmek istememesinden “öteki”ye ilişkin sorunlarını tartışmayı hep geçiştirmiş veya ertelemiştir. Bir sistem veya ideolojinin ne kadar Öteki’yi hazım etme kapasitesi varsa veya öteki için de bir şeyler vaat edebiliyorsa, o kadar da evrensel ve kadim özelliği taşıyacağı açıktır.

Bir düşünce sisteminin içinde diyalektiğin var olabilmesi, o düşüncenin tartışılabilirliğini, olgunlaşabilirliğinin ve  içinde ötekilerinin de barınabildiğinin bir başka kanıtıdır. Diyalektik kavramı eski Yunandan bugün modern sonrası döneme kadar, değişik içeriklerde yorumlanmıştır. Aristonun, Kant’ın, Hegel’in, Marks’ın veya Tasavvufun diyalektiği gibi tanımları da kullanabiliriz. Genel olarak diyalektik için “Kavramlar arasındaki karşıtlık ilişkisinden yola çıkarak bunu doğruya varan süreçlerin açığa çıkarılmasında bir ilke olarak kullanan düşünme ve araştırma yöntemi.” denilebilir. 

Yerlerin ve göklerin bir Tanrısı varsa, ülkenin de bir hükümdarı olmalı ve ona itaat edilmelidir mantığı milliyetçi sağda 70’lerde yaygın bir mantıktı. Fasık bile olsa sizden olana itaat ediniz veya İslam’da ilk birkaç yıl hilafet vardır geri kalan saltanattır, tartışmalı hadisleri (Emevi dönemi) benzer anlayışın birkaç argümanıdır. Bu bakış açısını destekleyen yaklaşımı Bedri Gencer ilgili yazısında Ahmed Cevdet Paşa’yı referans vererek şu örnekle ifade ediyor; “Siyasal kültürün belki de en temel değeri, siyasî meşruiyeti temsil eden hükümdara itaattir (Neumann,1999: 126). Hükümdara itaatsizlik, hatta suikast, akla bile getirilemeyeceğinden hazırlık komisyonu üyeleri arasında Cevdet Paşa’nın da yer aldığı Cezâ Kanunnamesi’ne bununla ilgili bir hüküm koyulmamıştı (Ahmed Cevdet Paşa, 1986: II/83). Özellikle örgütlü siyasal muhalefete hoşgörü
yoktur. Paşa, toplumda herhangi bir siyasal hareketi ‘fitne vü fesad’ olarak algılar; yani düzensizlik getiren bir karşı düzen (Neumann, 1999: 190). Siyasal kültürümüze özgü, örgütlü muhalif toplumsal hareketlere yapıştırılan “fitne-fesat cemiyeti” yaftası Paşa’da da sıkça karşımıza çıkar”
Ancak İslam uygarlığının sıçrama noktalarına baktığımızda işin renginin pek de öyle olmadığı açığa çıkıyor. İslam uygarlığının Roma ve Yunan ile yüzleştiği ve  sıçrama yaptığı iki temel merkez vardı. Birisi Bağdat’ın Beyt-ül hikme’si diğeri de Endülüs’ün Kurtubası idi. Buralarda tartışılan zahiri ve batıni ilimlerin (Kelam, cedel ve Tasavvuf gibi )  temelinde “ Diyalektik” ve “Öz eleştiri” yatıyordu.

M.G.S Hodsgon’un dediği gibi, İslam’ın üçüncü başarılı yürüyüşü Osmanlı hikayesinin ardında da, ötekilerine yönelik yesevi dervişlerinin “ağyarımız-ötekimiz yoktur bizim” felsefesi yatmaktaydı.
Aslında Kuran tefsirleri ve bakış açısında “Sen hiçbir şeyi boşuna yaratmadın” Ali İmran 191 ayetinde ‘Şeytan’ı ve kötülükleri emir edici ‘Nefs’in boşuna yaratılmadığı belirtiliyor. Tam tersine  “Ruh Rabbimin emrindendir” İsra -85 de belirtildiği gibi Ruhun (İnsanın) olgunlaşması Nefs ve Şeytan’ın varlığına bağlanmış durumda. Bir bakıma tartışılmaz bir diyalektik ilişki tanımlanmış. 
Kuran’da başta insan olmak üzere tüm canlıların ikili bir sistem (erkek-dişi) yaratılışından bahis eder. R. Guenon kitabında ; “Harfler ilminin geleneksel verilerine göre, Allah evreni harflerin ilki olan ‘elif’ ile değil, ama ikinci harf olan ‘Be’ ile yarattı. Hakk-tevhid zuhurun ilk ilkesi olsa da, bu zuhur doğrudan doğruya ikiliği varsayar. İşte bu yüzden ‘Be’ ya da karşılığı olan harf, kutsal kitapların ilk harfidir. Tevrat ‘Bereshith’ Kuran ‘Bismillah’ ile başlar.”

Türk sağındaki düşünce ve metodoloji krizini, son 200 yıldır İslam dünyasının düştüğü medeniyet krizinden bağımsız düşünemeyiz. Osmanlı’nın maruz kaldığı devlet ve sistem krizi, politik-siyaset nedenli kabul edildi. Batı’nın aydınlanmacı tezler için yorumladığı Antik-Yunan ve Arap kadim kaynakları, pragmatik politik kısa vadeli çıkarlar için kullanılabilecek birer enstrüman olarak araçsallaştırıldı (batılılaşma). Osmanlının sistem krizinin arkasında İslam dünyasının medeniyet krizi olduğu anlaşılamadı. Bugün de Türk sağında aynı pragmatizmin emarelerini görebiliyoruz.
Batı Antik ve Arap kaynaklardan nasıl bilgiyi alacağına dair metodu üretti, tercihleri doğrultusunda bilgiyi dönüştürdü. Bizlerin ise hala kafa karışıklığımız ve hamasetimiz sürüyor. Bağımsız ve nasıl düşüneceğimizi bilemiyoruz. Bunun ihtiyacını ve bunun sancısını henüz hissedemiyoruz.