​TÜRKİYE KAZANACAK

Ümit G. CEYLAN 25 May 2023

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Modern toplumların geldiği şu noktada bencilliğin, insanlığı bitirme aşamasına geldiğine şahitlik ediyoruz.

“Biriniz kendisi için istediği şeyi din kardeşi için de istemedikçe (kâmil manada) iman etmiş olmaz.” İslam dini bencilliği yasaklamıştır. Modern toplumların geldiği şu noktada bencilliğin, insanlığı bitirme aşamasına geldiğine şahitlik ediyoruz. Biz de bu insanlık ailesinin birer fertleriyiz. Birbirimizle huzur içinde yaşayacağımız bir vatanımız var şükür. Bu büyük Türk toplumunun bireyleriyiz ve hepimizin amacı birlik ve beraberliktir. Çünkü demokrasi dediğimiz şeyin temelinde beraberce farklı fikirlerin varlığıyla birbirimizin değer alanına saldırmadan yaşayabilmek vardır. Öyle olduğuna göre birlik ve beraberlik ruhunda ayrışmıyorsak, geride kalan problemleri çözmek çok daha kolay olacaktır. Yeter ki aynı bayrak altında birbirimizi ayrıştırmadan, ötekileştirmeden huzurlu bir toplumu hedefleyelim. Madem ki demokrasi ile idare oluyoruz, demokrasinin halkın kendi kendini idare etmesi demek olduğunu da hatırlatalım. Demokrasilerde temsilliyetine inandığımız ve güvendiğimiz vekillerimizi seçeriz. Bunu kendi özgür irademizle bağımsız olarak gerçekleştiririz. Bir daha ki seçime kadar notlarımızı alır ta ki sandık tekrar önümüze gelene kadar.

Bireyden topluma

Toplumun mutluluğu bireyin mutluluğundan başlar. Birey kendini ne kadar iyi ifade edebilirse ve karşılığında anlaşıldığını fark ederse ortak çözümlere gidilebilir. Çünkü esas amaç sadece kendi mutluluğumuz olamaz. Bunun bir kaos olduğunu görüyoruz. Birimiz başkasının mutluluğunu düşünmeden tek başına toplum içinde var olamaz. O yapayalnız bir ölüm demektir. Hiç yaşanmamış bir ömür demektir. Tüketilmiş bir hayat demektir. Kimliklerimizle, kişiliklerimizle, hayallerimizle gerçekleşmesini istediklerimizle biz birbirimizden ayrışmak zorunda değiliz. Hepimizin ortak paydası hepimizin refah içinde huzuru kucaklamasıdır. Sınırlarımızı çizen bayraklar olsa da aynı duygu ve düşüncede olduğumuz toplumlar da var. Dünyayı savaştan, sömürüden kurtarmak isteyen liderler ve onlara inanan fedakârlıklarını gören insanlar var. 

Ortak bilinç

Dışarıdan güdülenen fikirlerle hareket eden toplumlar değil kendi içinden doğal bir şekilde sudur eden ve hakikatle uyuşan fikirlerle beslenen toplumlar birlik ve beraberliğe yürürler. Çünkü hakikatin temeli birbirini anlayan ve dinleyen, sorunları çözen bir toplum oluşturmaktır. Bireylerin toplum üzerinde de sorumlulukları vardır. Toplumu zehirleyecek her türlü zararlı akımlardan ve alışkanlıklardan öncelikle kendisini koruyacak olan bireyin kendisidir. Böylelikle örnek olacak ve toplumu iyi, güzel ve doğru manada önder olacak bireyin yine kendisidir. Toplumların yüzyıllar boyu nesillerle birlikte gelen kök bir bilinç vardır.  Türk toplumunun bu kök bilinci de aslında en aykırı gibi görünen insanımızın içinde bile var olan bayrak ve vatan duygusudur. Dinimiz farklı olabilir. Farklı ırklardan gelmiş olabiliriz. Hatta farklı bir dilimiz daha olabilir ama bayrak ve vatan Türk toplumunun ortak bilincidir. Bu bilinç bizi vatansever yapar. 

Hepimiz kazanalım

Biz Türkiye olarak çok büyük bir aileyiz. Tarihi arka planımızda adaleti simgeleyen bir ortak bilincimiz var. Kendimiz için değil bütün dünya için adalet istiyoruz. Düşmanlıklar ve sinsi planlarla yürüyen bir dünya düzeni asla bizim kabul edebileceğimiz bir anlayış değil. Tam bağımsız, kendi kaynaklarını kullanan, maddi üretimin yanı sıra, fikri manada da düşünen, eleştiren, sorgulayan, anlayan, çözüm üreten bireylerin yetiştiği bir Türkiye için kazanacağız. Türkiye yüzyılı için hep birlikte çağa mührümüzü vuracağız. 

BAHARI GÖRMEDEN YAZ GELDİ 

Bir şarkı vardır baharı görmeden yaz geldi geçti der. Bazen hayat da öyledir. Beklediklerimiz olmaz. Olmamasında da bir hayır vardır. Yaz mevsimine geçişin güzelliği olan baharı tam da anlayıp yaşayamadan bir bakarız yaz gelmiş olur. O yüzden insan her şeye hazır olmalıdır. Bazen bir şeyi atlayıp başka bir frekansa geçildiğinde iyi ki bahar olmamış da doğrudan yaz gelmiş deriz. Ama bunu anlamak zaman alır. İnsan böyledir. İçindeyken anlamaz. 

Rehavete mahal yok

Yaz mevsimi rehavete kapılmamıza neden olmaz. Aksine ısrarla hakkı haykırmak için yerimizden kalkıp gereğini yaparız, yapacağız. Bu yaz mevsiminizden sonra gelecek mevsimler de isterse kara kış olsun isterse seller, boralar olsun bundan sonrası bize vız gelir. Çünkü zamanı gelmiştir. Rüzgâr Türkiye’den yana esmektedir. Bunu anlayan bu rüzgârı arkasına alan manevi iklimdeki yerini alır. Anlamayan da tarih sahnesinden silinir.

GÖNÜL BİLGİSİ

Foto Kritik2505

Her şey O’nunken; varlığımız, yolumuz ne diye böbürlenir insan. Bu yüzden bilmek önemli değil. Bilgi verilmişse insana, yeni bir bilgi neşet etmesi içindir. İnsan amelini bilgiden doğurur. Ve bu bitmeyen bir doğurmadır. Tıpkı güneşin, ayın tüm kâinatın bir ahenk içinde tekrardan vazgeçmemesi gibi. İnsan benliğine yenilirse ondan yeni bir bilgi zuhur etmez. İnsan bilginin kaynağını biliyorsa, bilginin geldiği yeri inkâr etmiyorsa tevazu ile açılır dünyanın bilgisi önünde. Dünya hakikatin bilgisinden doğmuştur. Makrodan mikroya âlemlerin bilgisi insanın ruhundadır. Tıpkı bir yazılım gibi hepimiz o bilgiyi taşıyoruz. O bilgiyi tanımalıyız. Bizdeki bilginin esas kaynağı gönlün bilgisidir. Böylesine bir bilgiyle davranışlarımız ve sözlerimiz insanlığı kucaklar. İnsanı yücelten insandaki tüm güzellikleri doğuran bilgilerin kaynağı gönülden gelendir. Gönülle tutulan her işte hikmet zuhura gelir. Gönlün bilgisi hakikatin içinden doğdukça doğar ve heyecan kaplar âlemi. Tıpkı bir bilim adamının yeni bir keşfin ışığında hissettikleri gibi. Gönlü ile kendini bilgiye, kâinata hülasa insanlığa açan kişinin varacağı yer bilgelik makamıdır.

FATİH’İN SAZLARI

Hadis-i Şerif ile müjdelenen, daha önceden Ebu Eyyüb El Ensarî’nin kuşatma esnasında şehit olduğu kutsal şehir İstanbul’u alabilmek için 1453 yılının soğuk kış günlerini, harp hazırlıkları içinde geçiren yedi iklimin hükümdarı, Devlet-i Aliyye’nin yedinci padişahı olan Sultan Mehmed, 29 Mayıs Salı günü öğlene doğru kutsal topraklara adım attı ve fethin sembolü olan Ayasofya’ya doğru ilerledi. 

Tarihçilerin deyimiyle çağ kapatan ve açan Fatih Sultan Mehmed’in şehre girişiyle birlikte hoşgörü ikliminin esintilerinde çok kültürlü yeni başşehrin kurulduğu bir devrin başlaması, Anadolu’daki Osmanlı nüfusunun İstanbul’a göç etmesi çağrısının yapılması, aynı dönemde matematikçi ve dilbilimci Ali Kuşçu gibi devrin ünlü ilim ve sanat âlimlerinin şehre davet edilmesi, Anadolu ve Rumeli diyarları arasında köprü kuran bir noktada Yeni Saray’ın inşa edilmesi, Sahn-ı Seman Medreseleri’nin kurulması hadiseleri Osman Bey’in kurduğu Osmanlı Devleti’nde yükselme döneminin de başlangıcıydı. 

Yeni Saray’da (Topkapı Sarayı), Fatih Nizamnamesi’ne göre devletin resmî mûsıkî kurumu olan Mehterhane’nin (Tablhane) kurumunda, maaşlı görev yapan çalıcı mehterler “Boru, Kös, Davul, Kerrenay, Nakkare, Çevgan, Zurna, Büyük Türk Davulu” gibi sazları savaş ve nevbet törenleri esnasında “Kök” adı verilen makam dizilerini son hızla çalmaya devam ediyordu. Hatta Fatih’in İskenderiyye seferi esnasında mehterin son kuvvetle çaldığı davul sesinin verdiği korkuyla düşman askeri kendini gemiden karaya zor atmıştı. Saray’da Meşkhane’de mûsıki öğretimine önem verilmesi, Enderun adı verilen devletin resmî okulunda gerekse içoğlanların hiyerarşik kademelerine göre yaşadıkları odalarda kabiliyetleri elverdiğince mûsıki eğitimi almaları ise başlı başına bir devlet geleneğiydi. 

Eski Saray olarak anılan Edirne Sarayı’nda 1457 yılında Fatih Sultan Mehmed’in şehzadeleri Sultan Beyazıd ve Sultan Mustafa’nın sünnet düğününde, Fatih’in mûsıkî meclisinde “Ud, Şeştar, Tanbûr ve Rebab, Barbut ve Ney” yine Fatih’in kanunu üzere nağmelerle feryâd etmeye, âşıkların uşşak makamından seyretmeye başlamıştı ki,  aynı devirde 15.yüzyılın ünlü mûsikî âlimi Hace Abdülkadir Meragî’nin Saray’da müzisyen olan akrabaları gibi oğlu da, “Tervih” sazının mucidi Hace Abdülaziz de İstanbul topraklarında bulunuyordu. 

Hace Abdülaziz Fatih Sultan Mehmed’e hediye ettiği bestelerinin yanısıra Sultan’a ithaf ettiği mûsıki kitabında (Nekavetü’l Edvâr) babası gibi “Ud” sazının çeşitlerinden, 13.yüzyıl erenlerinden Taptuk Emre ve Yunus Emre Hz.’lerinin de meşk ettiği saz olan, Anadolu’da sıkça görüldüğünü söylediği üç çeşit Şeştay’dan (6 Telli), 15.yüzyıl Anadolu coğrafyasında çalınan ve 17.yüzyılda da Osmanlı topraklarında icra edilmeye devam edilen,  üç telli, gövdesi deri kaplı ve dönemin ünlü Kopuz sazendesi Sagarî’nin ve dönemin ünlü kopuz icracısı Ali Pürtük’ün ellerinde dile gelen “Anadolu Kopuzu” sazından, Çengnâme adlı eserinde Ahmed Dai’nin saza dair methiyeler sıraladığı, Fatih’in şehzadelerinin sünnet düğününde şarkı söyleyen cariyelerin kucaklarında çaldığı, sonraki yüzyılda çengi takımlarının ellerinde nağmelerin titreştiği, günümüzde arp sazına benzetilen Çeng’den, Anadolu’da telleri bağırsaktan yapılan, üçgen biçimindeki Kanun sazından, Hz. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in “Rebabnâme” adlı eserinde Yaradan’ın varlığından ayrılık acısıyla inlediğini söylediği Rebab sazından, Türklere mahsus bir saz olan Tanbûr-i Türkî’den ve Türkçe manzum hikâyelerin okunması sırasında refakat sazı olarak icra edilen Evzan’dan (Ozan Kopuzu) bahsediyordu. 

Hace Abdülkadir Meragî’nin icat ettiği ve çizelgesini kaydettiği “Kâse” sazındaki pesten tize doğru dizilmiş kâselere ağaç çubuklarla vurularak “Devir” adı verilen nağme tabakalarındaki tüm seslerin elde edilebileceğini ve diğer icra edilen sazları (Gıjek, Kemançe, Çelik Levhalar, Mûsikâr, Rudhanî, Şehrud, Şidurgu, Pipa, Yektay, Terentay vb.) de kaydetmişti. Dönemin ünlü tarihçisi ve mûsıkî bilgini, Fatih Sultan Mehmed’in babası Sultan 2.Murad’ın musahibi olan Ahmedoğlu Şükrullah mûsıkî eserinde “Iklığ, Mizmar, Pişe, mûsıkî âlimi Safiyuddin Urmevi’nin icadı olan Nüzhe, Kanun, Rebab, Mugnî vb.” çalgıların nasıl yapıldığı ve çalındığına dair malumat veriyordu. Fatih Devri’nde saz yapımcılara “Ehl-i Hiref” teşkilatı içinde ve dışında “Saztraşan” adı verilir, “Saztraşan-ı Hassa” adı verilen saraya özel hizmet veren bölükte çalışırlarken, padişaha özel hizmet veren sazende ve hanendeler “ Zevvakin” cemaati dâhilinde maaş alırdı. 15.yüzyılın mûsıkî meclisinde görev alan sazendenin mûsıkî meclisi adabı uyarınca güvenilir, doğru, sabırlı, mütevazı, iltifat hâlinde huyu değişmeyen bir mizaçta olmasına ve çalınacak makamların şifalı olması için mizaç, huy, burç, yıldız, element, millet, zaman unsurlarına dikkat edilirdi. Mûsıkî sadece tatlı bir ahenk yaratmadan ibaret değil, aynı zamanda bir yol, yordam, adap bilme ilmiydi. 

570 yıl sonra bugün İstanbul’un fethin yıldönümünün kutlanacağı şu günlerde bizler Fatih’in torunları, şehrinin emanetçileri, kültür mirasçıları olarak Fatih’in Sazlarını bu vesileyle anarken, çağları aşıp gelen tatlı seslerini, mûsıkî meclislerinde çınlattıkları hoş sadaları halen ruhumuzla veya kulaklarımızla duyabiliyor muyuz? 

İSLAMOFOBİ VE 2050’DE AVRUPA

Bildiğiniz üzere Avrupa’da gün geçtikçe artan bir İslam düşmanlığı var. Tarihsel süreçte İslam’ı Endülüs Devleti ile yakından tanıyan Avrupa, o dönemlerde en karanlık zaman olarak ezberlerimize de giren Orta Çağ’ı yaşıyordu. İlerleyen yıllarda Avrupa’ya Müslümanlar tarafından büyük göçler gerçekleşti. Tabi bu göçler kalıcı hale geldiğinde İslam dini Avrupa’da yerleşik topluluklarla birlikte görünürlük kazandı.

Çoğunluğu Hristiyan nüfusu olan Avrupa ülkeleri, İslam’a karşı hep önyargı ile yaklaştı. Bu durumu tetikleyen en önemli şeyler bireysel yanlış temsil, İslam hakkında fikir sahibi olmayan yabancıların ön yargıları ve en önemlisi Müslüman coğrafyaların olumsuz yansımalarıdır. Bu olumsuz yansımalarda medyanın faktörü ayrı bir tartışma konusudur.

İslam karşıtlığına dair en güncel örneği Kur’an-ı Kerim yakma provakasyonu ile gördük. Geçtiğimiz günlerde ise Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Daimî Temsilcisi Büyükelçi Gülnur Aybet'in girişimiyle İslamofobi terimi, UNESCO’nun ayrımcılık ve ırkçılıkla ilgili karar tasarısında yer almasına karar verildi. 

Avrupa’da İslamofobi tırmanışı bir yana dursun, bir diğer gerçek olan Müslüman nüfusunun giderek artmasıdır. Bugün Avrupa Birliği genelinde 30 milyona yaklaşan Müslüman nüfusundan bahsedilmektedir. Batı bu yükselen değer karşısında paniklemektedir. Özellikle İngiltere merkezli yayınlarda İslam’ın yükselişi hakkında konular işleniyor. Hatta bir TV programında 2050 yılında Birleşik Krallık’ta İslam’ın Hristiyanlığın önüne geçmesiyle birlikte adanın İran’a dönüşmesinden korkulduğu ifade ediliyor. Yapılan araştırmalarda 2050 yılında Avrupa nüfusunun yüzde 10'unun Müslüman olması beklenmektedir. Avrupa’nın gelecek problemlerinden biri yaşlı nüfusun artarak genç nüfusun azalması, diğeri ise herhangi bir inanca mensup olmayanların sayısının hızla artmasıdır. Bu gibi eğilimlerin sürmesi halinde 2050 yılında Müslüman nüfusun 2,8, Hristiyan nüfusun ise 2,9 milyara ulaşması bekleniyor. Bu oranı 2070 yılında Müslümanların geçeceği öngörülüyor. 

İslam karşıtlığının bu kadar artmasının sebebini düşündüğümüzde Müslümanlığın artık dünyanın her yerinde görülüyor olması ve aynı zamanda hızlı bir şekilde artıyor olmasıdır. Bu engellenemez artış provakasyonlar ile zarara uğratılmaya çalışılıyor. Peki! Avrupa İslam dinine saldırma cesaretini nereden alıyor? Müslümanlar küçük bir azınlık değil. Müslümanların en büyük sorunu küçük azınlıkmış gibi birbirinden habersizce yaşamasıdır. Birlik olup dünyaya gereken mesajı veremiyor oluşumuz batıyı her zaman cesaretlendiriyor. 2070 yılında Müslümanlar Hristiyan nüfusu geçtiğinde sanki tüm cihana hâkim olacakmış düşüncesine kapılmamalıyız. Burada sayıların önemi söz konusu olsaydı Bedir Muharebesinde zafer elde edemezdik. Bize düşen nitelikli güç ve üretim ile adil bir paylaşımı yaymaktır. İslam, örnek gösterilen batının tam tersi insancıl yaklaşımla faydayı ve adaleti merkeze alır. Bu öğreti bir gün uygulanabilirse Afrika kıtası anılırken en belirgin nitelikleri açlık ve sömürü sistemi olmaz. Baktığımızda batı hegemonyası Grönland ile Afrika kıtasını neredeyse aynı göstermektedir. Halbuki Afrika 14 kat daha büyüktür. Ancak sömürü zihniyeti bizleri en başta kendi hâkimiyetine inandırmayı başarmıştır. Biz bu hegemonyayı kırdığımızda gerçekten dünyada bir şeyleri değiştirmeyi başaracağız. Eğer başarırsak “Dünyada Barış” kehaneti daha erken gerçekleşebilir. (Haberi hazırlayan: Didem Diyenli )

ARTI:

TikTok yasaklandı

TikTok ABD’nin Montana eyaletinde yasaklandı. “Eyalet sakinlerinin özel bilgilerinin ifşa edilmesinin önlenmesi gerekçesiyle” yasaklandı. Vali Gianforte, yasayı imzaladıktan sonra geçen hafta eyaletin Bilgi İşlem Müdürü'ne, TikTok üreticisi ByteDance'a ait Lemon8, Rusya'da kurulan Telegram messenger ve Çinli Tencent'e ait WeChat de dâhil olmak üzere tüm yabancı sosyal medya uygulamalarının devlet tarafından verilen tüm cihazlarda veya devlet internet ağlarına bağlanırken yasaklanması talimatını verdi. Valilik bunu ABD vatandaşlarının haklarının ihlali veya paranoyak Amerikan tavrıyla da yapmış olsun kararı destekliyorum. TikTok denilen şeyin rezilliği hepimizce malum. Çocuklarımızı koruyacaksa eğer, Türkiye’de de yasaklamadan yanayım. Bu konuda bir anket yapılsa çoğunluk kapatılmasından yana olur. 

EKSİ:

Online bahis sitesi!

Google Play Store, kumar uygulamalarına artık Türkiye’de izin verileceğini duyurdu. Bu uygulamanın çok tehlikeli olduğu her haliyle ortada. Buna nasıl bir engel veya yaptırım uygulanacak? Konunun uzmanlarından görüş alarak kamuoyunun hassasiyetleri paylaşılmalı. Bunu büyük bir sorun olarak görüyorum ve yetkililerin acilen bu konuda tatmin edici açıklamalar yapmaları gerekiyor. Konu sadece kumara izin verilmesinin de ötesinde bu tür yaptırımlara neden maruz kaldığımızdır ve herhangi bir engel koyamıyor olmamız bakımından büyük bir sıkıntı olarak görüyorum. Sanki elimiz kolumuz bağlıyız. 

TÜRK AİLESİ

Aile yapımızın çekirdek aile konumuna indirilmesi Türk modernleşmesinin hızlanması ile olmuştur. Teknoloji ile bu son haline gelmiştir. Kavramsal olarak çekirdek aile tanımı batının bir tanımıdır ve sanayi devrimi ile birlikte topraktan betona geçişin kaybını simgeler. Türk aile yapısı büyük ailedir. Yani anneanne, babaanne, dedeler, teyzeler, halalar, amcalar, dayılar ve kardeş çocukları ile birlikte bir obanın yapısını oluştururlar. O yüzden her ne kadar günümüzde apartman katlarındaki dairelere yaşamlar bölünmüşse de bizler hala aile büyüklerimizle varlığımızı tamamlarız. Bu nedenle bazı afişlerde logo tasarımlarında hele hele milli hassasiyeti olan kurumların Türk aile yapısının bu özelliğini dikkate alarak imajlarını oluşturmaları gerekmektedir. Bizim aile yapımız büyüğünü kurumlara atan, çocuklarını on sekizini tamamlayınca maddi destek bekleyen bir yapı değildir. Bizde Türk ailesinin kültürü ata değerleri üzerine kuruludur. Yani geçmişle bağını koparmadan ama günümüzün değerlerini de kucaklayan, anlayan ve geleceğe yeni bir anlam inşa eden kültür Türk aile kültürünün içinde vardır.