YORGUNLUKLARIMIZ-2 (EĞİTİM)

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Yorgunluk genel başlığı altında konuşulacak, yazılacak birçok alt başlık var.

Yorgunluk genel başlığı altında konuşulacak, yazılacak birçok alt başlık var. Bir önceki yazıda sosyal hayâtımızda din yorgunu olduğumuzdan bahsetmiştim. İster “dindar” ister “seküler” olsun toplumun büyük bir çoğunluğu hem din yorgunu hem de başkalarını yoracak şekilde din ile olumlu ya da olumsuz olarak ilgileniyor.

Genel anlamda bu yorgunluk maalesef çalışmak sebebiyle oluşan bir yorgunluk değildir. Dolayısıyla karşımızda dinlenerek çözülebilecek bir sorun da bulunmamaktadır. Zira hangi tür olursa olsun bu yorgunluğun dört koldan kuşatması altındayız. Bu yorgunlukların bir diğer örneği de eğitim yorgunluğudur. Toplum olarak “eğitim yorgunu” bir toplumuyuz.

Eğitim neden yorar ki!

İnsanın doğumuyla başladığına inandığımız eğitim, kurumsal olarak hayâtımızın en az on iki yılı işgâl eden bir süreçtir. Bu süreç anayasal olarak da zorunludur. Belki eğitim yorgunu olmamızın en kısa açıklaması bizim fikrimizin alınmaması olabilir. Yaşımızın küçük olması gibi karşı bir savunmayla karşılaşabiliriz. Ama bu anayasal zorunlulukta anne ve babamızın da irâde göstereceği, râzı olup olmama seçeneğini kullanacağı bir ihtimâl yoktur. Yâni altı yaşına gelen her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı “okula gitmek zorundadır”.

Bu zorunluluk o kadar üst perdeden savunulur ki, ayrıntılı bir tartışmanın ikinci ya da üçüncü sorusunda savunulacak bir tarafı kalmaz. Mesela, bir ilkokul öğretmeni kendi çocuğunu okula göndermeme ve ona evde birebir eğitim verme hakkına ve özgürlüğüne sâhip değildir. Öğretmen ancak ve ancak okul sınırları içinde öğretmendir ve bu kimliğini kendi evinde bile kullanamaz. Bu o kadar yaman bir çelişkidir ki, onlarca anne ve baba çocuğu o öğretmene emânet eder ama o öğretmen, kendi çocuğu ile evde “öğretmen-öğrenci” ilişkisi yaşayamaz. Bunun sebebi, devletin o kişiye, öğretmen olarak okulda güvenirken evde güvenmemesidir. Yâni “zorunluk eğitim” sâdece ve sâdece belli günler içinde ve belli bir binanın fizikî sınırları içinde mümkündür.

Senden mi öğreneceğim?!

Bu çelişkinin toplumsal olarak en büyük olumsuz sonucu, bu sisteme mâruz kalanların – ki mâruz kalmayan yok – bir şey öğrenmenin sâdece fizikî olarak “okul” denen ortamda olabileceği ve “okul” denen yerden çıkınca “öğrenme” sürecinin bittiğini düşünmesidir. Bu yüzden birçok kişiden “senden mi öğreneceğim?!” gibi bir savunma ifâdesi duyarız. Bu ifâdenin sebebi öğretmek için “öğretmen” sıfatını taşımanın şart olduğu ve bu sıfatın “okul” dışında başka bir yerde geçerli olmamasıdır.

Öğrenmeyi sâdece okullara yüklemek, ne kadar iyi olursa olsun hiçbir sistemin taşıyamayacağı kadar ağır bir yüktür. Ülkemizdeki eğitim sorunlarının başında da sistemin bu yükü taşıyamaması gelmektedir.

Eğitim nasıl yorar?

Hepimizin yaşadığı sürece, dışarıdan bir gözle bakalım. Altı yaşında bir çocuk düşünelim. Henüz fizikî gelişimi için ihtiyaç duyduğu uyku süresi yetişkinlerin seviyesine inmemiş. Ama bu çocuğu, o çocuğu en çok seven kişiler, yâni anne ve babası, zorla yatağından kaldırıyor. Servisle ya da kendi araçlarıyla okula gönderiyor. Sabahları serviste uyuyan çocukları hepimiz görüyoruz. Buna bir de çalışa annenin kendi işine yetişme telaşı eklenince, her sabah evde âdeta bir terör havası esiyor.

Güneş hangi saatte doğarsa doğsun, ülkemizin en doğusundaki bir okulla en batısındaki okul aynı vakitte başlıyor. En doğuda güneş çoktan doğmuşken, en batıda alacakaranlıkta derse başlanıyor. Elbette öğretmenlerin psikolojileri de öğrencilerden pek farklı değil. Bir taraftan kendi arasında konuşup ders dinlemeyen öğrenciler, bir taraftan müfredatta yapılması gerektiği yazılan konular, bir taraftan da kendini okulun sâhibi zanneden ve her şeye karışma hakkı olduğunu düşünen ya da çocuğun eğitimiyle hiç ilgilenmeyen velilerin ortasında kalan öğretmenler. Senelerce Türkçe dersi alıp bir paragraf yazı yazamayan; senelerce coğrafya dersi alıp Türkiye’de orucun ilk önce Adana’da açıldığını zanneden; senelerce beden eğitimi dersi alıp spor yapmayı bilmeyen; senelerce İngilizce dersi alıp iki cümle İngilizce konuşamayanbirinin eğitim yorgunu olmasına şaşmamalıyız. İşe yaramayan şeyleri öğrenmekten ve öğretmekten daha yorucu ne olabilir?

Kendine güvenmeyen sistem

İlkokulun birinci sınıfından başlayıp lise son sınıfa kadar (hazırlık sınıfları(!) hâriç) iki yıl süren bu süreç sonucunda, “okumazsan adam yerine koymalar” denildiği için okunan ama herkes okuduğu için değeri kalmayan bir dört yıl daha geliyor. Bir önceki neslin içinde kalan ukde olarak önem verdiği üniversite eğitimi ise, bir sıkımlık canı kalan öğrenciyi iyice yoruyor. Bütün bunları “iyi bir iş ve yüksek gelir” için yapanlar, bu yorgunlukla başka engellerle karşılaşıyor. Devletin her dakikasını plânladığı bu süreçten “başarı” ile geçenler, işe girmek için yine devletin şart koştuğu bâzı sınavlara girip râkiplerini geride bırakmak için yoruluyor.

Maalesef bütün bu yorgunluk içinde “ama değdi” diyenler yok denecek kadar az. Bu sürecin içinden geçmek zorunda bırakılanlar, yorgun argın atıldıkları hayâtta ihtiyaç duydukları donanıma maalesef sâhip olamıyorlar, çünkü öğrenmek zorunda bırakıldıkları şeyler, daha onlar öğrenirken bile güncelliklerini kaybetmiş oluyor. Bunu aşmak için, yine merkezî bir aklın verdiği karar ile sınavlara giriliyor ve o sınavlarda yüksek puan almak için özel ve sosyal hayattan ferâgat edilerek akşamları ya da hafta sonları kurslara gidiliyor. 

Ağır çanta yorgunluğu

Eğitim sebebiyle oluşan bu yorgunluğun en mâsumu, ilkokul öğrencilerinin sırtlarındaki çantaların verdiği yorgunluktur. O kitapların her gün okula taşınmamasının ne kadar gereksiz olduğunu anlamak, eğitim sistemimiz sebep olduğu gereksiz yorgunluğu anlamamıza zemin hazırlayacaktır.

İstedikleri her şeye ellerindeki cep telefonlarından ulaşabilen çocuklarımıza güneş doğmadan kalkıp gittikleri okulun ve taşıdıkları o ağır çantaların onların iyiliği için olduğuna inandırmamız mümkün değildir. Bilgisayarda bile yer kaplayıp hafızayı doldurmasın diyen “bulut teknolojisi” kullanılan bir devirde her biri birkaç kilo olan defterleri her gün evden okula, okulda eve taşıtarak başlatılan yorgunluk, hayat boyu vücuttan atılamayan toksik bir madde hâline gelmektedir.  Bu toksit madde o kadar etkilidir ki, on iki yıl okul okuduktan sonra değil kompozisyon yazmayı, cümleye büyük harfle başlayacağını bilmeyen üniversite öğrencilerinin sayısı hiç de az değildir. Bunun bilgisizlik değil, eğitime gösterilen bir tepki olduğunu düşünüyorum.

Çözüm – güvene dayalı eğitim

Hayâtımızı kolaylaştırmak için öğrenmemiz amaçlanan bilgiler bize yük oluyorsa; o bilgileri ne kadar edindiğimizi ölçmek için girdiğimiz sınavlardan aldığımız notlar ve diploma bir işimize yaramıyorsa; ne kadar diploma alırsak alalım bir diploma daha almamız gerekiyorsa, bu eğitim araç olmaktan çıkmış ve amaç hâline gelmiştir. Diğer bir tâbirle, “yaşamak için yemek yerine, yemek için yaşamak” gibi “yaşamak için eğitim değil, eğitim için yaşamak” gibi ucu hiçbir zaman aydınlanmayan bir tünele girmek zorunda bırakılıyoruz. 

Ucunda ışığında gözükeceği değil, yer adımı aydınlık olan bir tünele girmek çok da zor değildir. Bunun için atılacak ilk adım, sistemin insana güvenmesidir. Devlet, öğretmenine; öğretmen de öğrenciye güvenmelidir. Bu amaçla, Tevhid-i Tedrisat kânunu âcilen gündeme alınmalı ve güncellenmelidir.