Yahudilikten gelen "herem" uygulamasının Hristiyanlıktaki adı olan aforoz ile kişi, mahkeme karârı ile Hristiyanlıktan çıkartılıyor, "kâfir" ilân ediliyordu.
Avrupa’da milâdî takvimin 15. yüzyıla kadar olan kısmının yâni “Orta Çağ” diye anılan dönemin “karanlık” olarak yaftalanmasının en büyük sebebi Katolik Kilise’nin uygulamalarıdır.
325 yılında İznik Konsili’nde alınan kararla Hz. İsâ’yı Allâh’ın oğlu yapmaları yetmiyormuş gibi, Katolik Kilisesi çatısı altında Papa XI. Gregorius zamânında 1184’te kurulan “Engizisyon Mahkemesi” ile kendi inananlarına dünyâda cehennem azâbı yaşatan Kilise, bir de aforoz kurumunu çalıştırmıştır.
Yahudilikten gelen “herem” uygulamasının Hristiyanlıktaki adı olan aforoz ile kişi, mahkeme karârı ile Hristiyanlıktan çıkartılıyor, “kâfir” ilân ediliyordu. Böylece “ayıplı” hâle getirilerek Kilise’nin baskısından korkan insanlar tarafından dışlanıyor ve toplumsal hayattan kopartılıyordu. Kimse onunla alışveriş yapmıyor, iletişim kurmuyordu. Toplumsal hayâtın her boyutunu hegemonyası altına alan Kilise’nin bu karârı ile kişi, âdeta bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış gibi muamele ediliyordu. Akıl hastalarının “içine şeytan girmiş” zannedilerek dövülerek tedâvî(!) edildiği bir dönemde, Kilise’nin aforoz ettiği kişi şeytandan farksız bir yahtaya mâruz kalıyordu.
Şimdi “insan hakları” için model toplum olarak kabul edilen ve taklit edilmeye çalışılan Avrupa bu ve benzeri birçok bâdireyi atlatıp “modern” döneme geldi gelmesine ama, ismen farklı olsa da benzer uygulamalar, muameleler ve bunların sonunda benzer mağduriyetler devam ediyor. Bu muamele ve mağduriyetlerin mecrâsı da sosyal medyadır.
Sosyal medya afyondur
Marx, “din afyondur” derken Hristiyanlık üzerinden bir genelleme yapıyordu. Zâten her Sanayi Devrimi çağı düşünürü gibi Marx da kendi toplumunu, kendi kültürünü ve kendi coğrafyasını yâni Avrupa’yı kaale alıyordu.
Marx için din, Hristiyanlıktı. Ama Hristiyanlık dini ile afyon arasında böyle bir ilişki kurması da lafın gelişi söylenmiş bir ifâde değildi.
Marx’ın İngiltere’nin sanayileşmiş şehirlerinde gördüğü yaşam şekli hiç de insânî değildi. Mesâi saati, sosyal haklar, yaş sınırlaması gibi düzenlemeler yoktu. Altı yedi yaşındaki çocuklar bile yorgunluktan uykuları gelip bir yerde sızıp uyuya kalana kadar çalışıyordu. Yetişkinler ise on beş hatta on sekiz saat çalışıyordu. Buna çocuklu kadınlar da dâhildi. Kreş, anaokulu, doğum izni, emzirme izni gibi şeyler henüz hayâl bile edilmediği için anneler kundaktaki bebeklerini çalıştıkları fabrikalara getiriyordu. Ama ağlayıp rahatsızlık vermelerini engellemek ve uzun uyumalarını sağlamak için bebeklere düşük dozda afyon veriyorlardı.
Yâni Marx, hem afyonun hem de Hristiyanlığın toplum üzerindeki menfi etkisini bizzat müşahade ederek bu sözü söylemiştir. Yâni bir tarafta Kilise, cennetten arsa satarak ya da insanları aforoz ile korkutarak uyutuyor; diğer tarafta afyon, bebekleri ve insanları uyuşturarak onları tepkisiz hâle getiriyordu. Kişiler içinde bulundukları toplumlar vahâmeti fark edemeyecek hâldeydi. Marx, bunu fark etmiş ve bunu bu sözüyle özetlemişti.
Marx günümüzde yaşasaydı, bu genellemeyi moda, futbol, sinema, televizyon, şan-şöhret, maddiyat gibi birçok şey için de yapabilir ve bunların da afyon olduğunu ve insanları uyuşturduğunu, tepkisiz hâle getirdiğini söyleyebilirdi. Muhtemelen bu sözünü sosyal medya için günceller ve “sosyal medya afyondur” derdi. Çünkü birçoğumuz şâhit olmuşuzdur ki, birçok anne çocukları sussun ya da yemek yesin diye çocuklarının eline cep telefonu verip Youtube’dan video seyrettiriyorlar. Ben, beş-altı aylık çocuğun pusetine cep telefonu monte eden anne bile gördüm. 1800’lü yıllarda fabrikada çalışan annelerin bebeklerine verdikleri düşük dozda afyon bağımlılık yapıyor muydu, bilmiyorum ama el kadar bebeğin mâruz kaldığı sosyal medya, aşırı dozda uyuşturucu etkisi yapıp bağımlılık yaratmaktadır ve her geçen gün daha fazla istenir hâle gelmektedir.
“Başıma bir şey gelmeyecekse”
Ama maalesef sorun bununla da sınırlı değildir. Afyon ile medya arasındaki bu benzerliğin bir adım sonrasında Hristiyanlık’taki aforoz ile medya arasındaki ilişkiyi görüyoruz. Kilise’nin bâtıl kurallarına uymayanları aforoz ile cezâlandırması gibi, sosyal medyada da “linç” kurumu çalışmaktadır.
“İfâde özgürlüğü”, “düşünce özgürlüğü” gibi lafların serlevha hâline geldiği sosyal medyada maalesef birçok paylaşım, “başıma bir şey gelmeyecekse” ön notunu ile başlamaktadır.
Ekranda gördüğü yazılı ya da görsel paylaşımın sâhibini hiç tanımasa bile onunla “senli-benli” bir dil kullanarak konuşan, “dayı”, “hacı” gibi lâubalilik içerikli ifâdeler kullanan ve bununla da yetinmeyip “aq” veya “amk” gibi kısaltmalarla hakaret eden hesap sâhiplerinin sayıları endişe verici seviyededir.
Sosyal medya kilisesi
Ama daha kötüsü, “kendi mahallesi”nden olanlardan 7/24 itaat ve biad bekleyen sosyal medya kardinalleri, beğenmedikleri en küçük bir ifâdede hemen engizisyon çarklarını döndürmekte ve bu paylaşımı yapanı çarmığa germektedir.
Tek “suçu” kendi fikrini ifâde etmek olan bu kişiler, döneklik, satılmışlık, yandaşlık, câhillik gibi yaftalara mâruz kalmaktadır. Kendi mahallesinden aforoz edilmek, işini gücünü ve sosyal çevresini kaybetmek istemeyenler bu paylaşımları ya hemen silmekte ya da gazetecilik terminolojisiyle “tekzip” mâhiyetli açıklamalar yapmaktadır. Yâni afyonla tepkisiz hâle getirilmekten daha beter olmaktadırlar.
Böylece Avrupa’da Orta Çağ’da Engizisyon Mahkemesi’nden korkmak gibi, şimdi de sosyal medyada linç yemekten korkanlar vardır. Ne yazık ki, şimdikilerin sayıları kıyaslamayacak kadar çoktur.