Henüz "Batı" denilen ülkeler toplamına yayılmasa da Avrupa merkezli sosyo-politik ortamda tehdit seviyesine ulaşan bir ırkçılık var.
Her ne kadar bu tehdit, “ırkçılık” olarak tanımlanmak yerine, parçalanıp etkisini azaltmak için “yabancı düşmanlığı”, “göçmen karşıtlığı”, “İslam düşmanlığı” gibi kavramlarla ifâde edilse de artık Avrupa tozları halının altına süpürme evresinin geçildiğini anladı. Bunu anladığı için de kimi ülkelerdeki seçimlerde aşırı sağın oy oranlarını yükseltmesi, gibi ülkelerde de “tâcizci göçmen” sebebiyle patlayan sokak olayları gibi sonuçlarla karşılaşıyor. Bu sonuçlarla karşılaşıyor ya da daha doğru bir ifâdeyle “yüz yüze geliyor”.
Ama işin Avrupa adına kötü tarafı bunlar, Avrupa dışında sömürdüğü topraklarda değil, Avrupa’da olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere eski sömürgelerindeki insanlara “milletler topluluğu” şemsiyesi altında vatandaşlık veren ülkeler, artık o ülkelerde yaşadığı sorunları kendi şehirlerinde yaşıyor. Yüz yıllar önce vahşi bir hayvan sürüsü gibi dünyâyı sömürmek için saldıran Avrupa insanı, bu vahşiliğine kendince insânî bir kılıf bulmak için “Beyaz adamın sorumluluğu” (White man’s burden) diye ifâde edilen bir yalan uydurmuştu.
Güya insanlığın en üst basamağına çıkan Avrupalı beyaz insan, diğer coğrafyalardaki insanların “gelişme” ve “ilerleme” sorumluluğunu üstüne almıştı. Ama bu sorumluluk yemeyip yediren, giymeyip giydiren bir anne ya da babanın çocukları için yaptığı fedakârlıktan farklı idi. O kadar farklı ki, Avrupa yedirmeyip kendi yiyerek, giydirmeyip kendi giyerek yâni sömürdüğü ülkelerin yeraltı ve yer üstü zenginliklerini Avrupa’ya götürdü. Mesela kendi topraklarında tek bir kakao ağacı olmayan Belçika, Kongo’dan getirdiği çikolatalarla “Belçika çikolatası” ile ünlendi. Kendi topraklarında tek bir çay ağacı olmayan İngiltere, “İngiliz çayı”nı marka yaptı. Toprak altından çıkan altın, gümüş, petrol ve daha nice zenginlikleri sömüren Avrupa bu ülkelere bir su kuyusu açmayı bile çok gördü. “Beyaz adam” için “sorumluluk” bu demekti, çünkü sömürdüğü toprakların sâhipleri henüz “insan hakları”nı hak edecek kadar “insan” olamamıştı. “İnsan” olmaları için Avrupa tarafından biraz daha sömürülmeleri gerekiyordu.
,Şimdi “beyaz adam” ile aynı pasaportu taşıyıp aynı ülkelerin vatandaşı olan, aynı okullara giden, aynı seçimlerde oy kullanan ve hatta aynı parlamentoya girenler, beyaz adam ile eşit olmanın hesâbını soruyor. Dünyânın en ünlü müzelerinden biri olan “British Museum”da Britanya’ya ve İngiliz kültürüne âit tek bir eser bulunmaması rağmen müzenin adının “British Museum” olması gibi, Avrupa kendi topraklarına getirdiği için kendisinin sandığı ve öyle tanıttığı her şeyin hesâbını tek tek veriyor. Taş parçalarının, heykellerin, resimlerin hesâbı kolay verilebilir. Ama “Batılı değerler” olarak sunulan ve “gelişmiş toplum” için olmazsa olmaz olarak kabûl edilen “insan hakları”, özgürlük”, “eşitlik” gibi kavramları küresel hâline getiren Avrupa, pasaport verdiği eski sömürgelerinin bu kavramları kullanmak istemesinden pişmanlık duyuyor.
Avrupa devletlerinin kendi topraklarından başlatıp kendi aralarında yaptıkları ama “dünya savaşı” dedikleri iki savaş ile kurulan dünya düzeni artık kırmızı alarm veriyor. Belki bu yanlış kurulan dünya düzenini düzgün kurmak için gerçek anlamda bir dünya savaşı ihtimâliyle karşı karşıyayız. Avrupa Birliği gibi zorlama bir barış ortamının inandırıcılığını kaybettiğini Brexit ile gördük. İç savaş seviyesindeki sokak olaylarının İngiltere’de başlaması da rastlantı olamaz. Ama bir sorun var ki, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki gibi kendi içinde savaşıp yine kendi içinde barış yapan bir Avrupa yok artık. Çin, binlerce yıldır oturduğu koltuktan kalktı. İngiltere ile “Afyon Savaşları”ndan başlayarak görülecek hesâbı var.
Mesele sâdece komünist ekonomik-kapitalist ekonomi çekişmesi değil. Muhtemel bir dünya savaşında, daha öncekilerdeki iki taraf oluşmayabilir. Şu anda Ukrayna ve Suriye’deki gibi “savaşan taraflar” ve “arabulucular” olarak çoklu ve daha önce örneği görülmemiş bir küresel savaş yaşanabilir. Burada arabulucu ülkelerin kendisine saldırılmaması için caydırıcı bir askerî güce sâhip olması gerekiyor. Türkiye olarak bizim de savunma sanayiindeki çalışmalarımızın sebebi budur. Daha önceki dünya savaşlarında sömürgelerinden getirdiği (ANZAC gibi) askerleri cepheye sunan İngiltere artık, sokaklarında bu insanların çıkardığı ayaklanmalarla uğraşıyor. Rahata alışan Avrupalı nesil, askere gitme, kahraman olma gibi şeyleri anlamsız buluyor. Diğer taraftan da sayıca az olsa da nitelik olarak özgül ağırlığı dikkat çeken “üretim hatası” tepkiler, “kazın ayağı artık öyle değil” dedirtecek nitelikte.
Soykırımcı Netanyahu’nun Amerikan senatosundaki konuşması sırasında “Savaş suçlusu” dövizi açan senato üyesi buna bir örnektir. Târih zulm ile âbad olanın âkibetinin berbat olduğunu gösteren örnekle dolu. Sosyal medyadaki paylaşımların silindiği, Gazze’de yapılan soykırıma kimlerin destek verdiğinin artık bir sır olmadığı bir çağdayız. Artık Promete’nin çaldığı ateş, elden ele çoğaldı. Hiçbir doğal zenginliğe sâhip olmamasına rağmen sömürerek en müreffeh kıta olma özelliği kazanan Avrupa’da devlet eliyle ve “polis devleti” için gerekli kısıtlamalara mâzeret olarak çıkartılan olaylar, Avrupa’nın ve Batı’nın pişmanlık içindeki çırpınışlarıdır.
Burada Türkiye olarak dikkat etmemiz gereken nokta, sömürgeci olmadığımız hâlde yuları dışarıda olan “milliyetçi” görüntülü faşistlerin tetiklediği olayların, Avrupa’daki ateşin bize sıçraması için çıkartıldığını bilmektir. Avrupa ve Batı, hep yaptığı gibi çıkardığı yangını kendi toprakları dışına taşımak istemektedir. Dönem, “ak sütün içindeki ak kılı görme” ve bunu bir dava bilinci hâline getirme dönemidir.