Yazıya başlamadan önce şunu belirtmek ihtiyâcı duyuyorum ki, belki de en yanlış anlaşılacak yazımı
yazıyorum. Bunun ezan ve başörtüsünün aleyhinde bir yazı olduğu vehmine kapılanlar lütfen zahmet
edip yazının devâmını okumasınlar. Bu önyargıyla okuyup okuduktan sonra da aynı düşünenlerin
hakkımdaki suizanlar ve (yaparlarsa) dedikoduları günâhımın azalmasına vesile olacaktır.
Evet ezan ve başörtüsü ile iki büyük tuzağa düşürüldük. Önce küçük tuzak diyebileceğim ezan ile
başlayalım.
Cumhuriyet’in ilânı ile başlayan devrim dalgaları, öncelik sebepleri hâlâ netleşmemiş olan birçok
değişimi de berâberinde getirdi. Kılıf-kıyâfet, şapka, takvim, ölçü ve hesaplama, ayların adları ve
benzeri birçok değişim idamlarla “tepkisiz” kabûl edilir hâle getirilirken, harf ve dil devrimi ile ezanın
“Arapça okunma yasağı”na tepkiler siyâsî bir tartışmaya dönüşmüştü. Okur yazar sayısı hiç olmasa da
az olduğu için harf devrimi sayıları zâten az olan okullar üzerinden zamâna yayıldı. Ama ülkenin her
köyünde bile olan câmilerden günde beş vakit okunan ezanın “Arapça okunma yasağı” ile Türkçe
okunmaya başlaması âdeta paslı bir hançer gibi can yakıyordu.
Evet, ezanın “Arapça okunma yasağı” yürürlükteydi. Yâni ezan, Arapça hâriç herhangi bir dilde
okunabilirdi.
Kaldı ki, günümüzde de ezanın Arapça’nın hâricinde bir dilde okunmasının önünde engel
yoktur. Açıkçası Adnan Menderes, 1951’de ezanı aslına döndürmek ve Arapça okunmasını sağlamak
için sâdece “Arapça okunma yasağı”nı kaldırmıştır. Böylece “Arapça okuma yasağı”na aykırı hareket
edip Arapça ezan okuyanların da ceza alması gibi bir garabetin önüne geçilmiştir.
Ancak halkın büyük bir desteğiyle ve gerçek anlamda “ilk demokratik seçim”de yüzde 53 oy ile
iktidâra gelen Demokrat Parti, halkın verdiği desteği yerde bırakmamış oldu. Ancak ezanın yeniden
aslına uygun şekilde Arapça okunmaya başlamasıyla tüm Türkiye’yi saran hava, Menderes iktidârına
kayıtsız şartsız destek olma zemininin de yaratmıştı. Sanki Menderes’in yanlışına yanlış demek, en
bâriz icraat olan Arapça ezana karşı çıkmak gibi anlaşılacaktı. Böyle olanlar oldu.
Neler oldu diye biraz hatırlarsak, fethedilmesiyle bir çağ kapayıp bir çağ açtığımız İstanbul’da belki de
1204’deki Latin İstilâsı’nda yapılanlara denk bir yıkım süreci başladı. 1957’de ayyuka çıkan yıkımlarda
binlerce târihî İstanbul evinin yanında yüzlerce câmi, çeşme, han, medrese, hamam yıkıldı.
Osmanlı’nın simgesi olan yüzlerce anıt çınar ağacı kesildi. Yâni minâresinden Türkçe ezan okunurken
mânevî olarak yıkılan câmiler, şimdi fizikî olarak yıkılmıştı.
Maalesef Fatih Sultan Mehmed’in fethettiği
ve sonrasında da imar edip “dünya başkenti” olmaya lâyık hâle getirdiği şehirdeki Osmanlı eserleri
moloz olarak denizi doldurdu. Bizans’tan kalan tek bir taş parçası bile korunurken, Yahya Kemâl’in
“aziz” sıfatıyla seslendiği İstanbul, geniş caddeleriyle “küçük Amerika” şehirlerinden biri oluyordu.
Açılan yerler cadde, sokak ve daha önemlisi yerleşim yeri olarak apartmanların inşa edildiği yerler
hâline geldiği için o apartmanların yeni sâhipleri yeni dünyâlarını selâtin câmilerinden gelen ezanlarla
takdis edip vicdanlarını susturuyorlardı. Maalesef vicdanlar o kadar susturulmuştu ki, sirkten beter bir
mahkemede alınan karar ile Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanın boynuna yağlı urgan geçirildiğinde
hiçbir ses çıkmadı.
Başörtüsü tuzağı
Yıkılan târihî eserler, câmiler, çeşmeler daha sonra yapılır ve yapıldı da. Ama 28 Şubat sürecinde
kurulup düştüğümüz tuzaktan çıkmak o kadar kolay olmayacak. Batı’nın beş yüz yıllık “Türk-İslâm
düşmanlığı”nı bir miras olarak alan “Muhipler Cemiyeti mensupları”, senelerce jandarma dipçiği,
sürgün, vergi gibi uygulamalarla korkutup kendi görüş alanından uzak tuttuğu insanlar, yavaş yavaş
şehirlere gelmeye, üniversitelere gitmeye, sosyal ve ticârî ve hatta siyâsî hayatta gözükmeye başlayınca, sarımsak koklatılan vampir gibi kudurmaya başladılar. Uyduruk tarikatlar kurup başlarına
koydukları şeyh görüntülü sahtekâr, sapıklar Müslümanlar aleyhinde kamuoyu oluşturdular.
Plânlarını çok iyi yapmışlardı çünkü bu milletin sosyolojik şifrelerini, hassâsiyetlerini ve zaaflarını çok
iyi biliyorlardı. Bir kaşık suda fırtına kopartırcasına, kinlerinden gelen nefretten emir alan kripto
kadrolar uyandı. Meslek lisesi statüsündeki imam-hatipler kapatıldı. Hâlâ ekran karşısına çıkmaktan
utanmayan gazeteci bozuntusu “atanamayan monşerler” gazetelerdeki köşelerinde kendilerince
“cadı avı”na çıktılar. “Kılıf kıyâfet kanunu”na aykırı giyinenleri savcıya şikâyet etmeyi “vatandaşlık
görevi” bildiler.
“Yasaklanan şey câzip olur” kuralı işletiliyordu.
Değil sokakta, evdeyken bile başını bağlayan Türk
kadınına başına açması için baskı yapıldı. “Başörtüsü mü, türban mı” gibi gereksiz tartışmalarla halkın
itikadıyla dalga geçtiler. “Baba beni okula gönder” diye kampanya düzenleyen sözde STK’lar, on
binlerce genç kızın okuma hakkını gasp ederken gözlerini bile kırpmadır. “Katsayı krizi” yüzünden
insanlar okumaktan vazgeçince kılları bile kıpırdamadı.
Tahrik had safhaya gelmişti. Sokaktaki başörtülü kadınları hedef olarak görenler, vicdanlarını tatmin
etmek için “Benim babaannem de hacıydı” mâzeretlerinin arkasına saklanmaya çalıştılar.
Bu ülke hiper enflasyonun altında ezilirken, onlarca banka bir gecede hortumlanıp bütçeye
milyarlarca dolar yük olurken, ülke gecelik enflasyonla boğuşurken, şimdi yaygara koparan gazeteci
bozuntuları, câmiye giden çocukları, yazın Kuran kursuna giden kızları haber yapıyordu.
Başörtüsü “kırmızı çizgi” olmaktan daha da ileri gitmişti. O kadar ki “Velev ki siyâsî sembol” diyen
Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi kapatılmaktan bir oy ile kurtuldu. Başörtüsü yasağını kaldıran kanun
kabûl edildiğinde zamânın “Büyük Gazete”sinin genel yayın yönetmeni “411 el krizi kalktı” diye
manşet attı.
Bu kadar köpürtülen bir sorun, diğer bütün sorunların görünmesine engelliyordu. Tuzak
buydu ve bu tuzağa düşüldü.
Artık “başörtüsü yasağı” diye bir garabet yok. 28 Şubat’ta başörtüsüyle TBMM’ye girdiği için bir kadın
milletvekiline “haddini bildiren” partiler, artık seçim broşürlerine en az iki başörtülü kadın koymadan
yapamıyorlar. Yıllık bütçesi milyarlarca dolar olan “tesettür sektörü” sağladığı yüksek kâr sebebiyle
artık her giyim firmasının kataloglarında yer buluyor.
Ama başörtüsü ile öyle bir tuzak kurulmuştu ki, o yasak kalkarsa dünyâda cenneti bulacağız diye
düşünenler büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Müslümanlar başörtüsüne odaklanırken, din ya “kaldırım
müftüleri”nin ya da medyatik vaizlerin eline düştü ve kaba softa ham yobazın menfaat rampası hâline
geldi. İlahiyat fakülteleri “Hadis” konusunda gölge dövüşü yaparken çağın sorunları görmezden ve
duymazdan gelindi. Yüzlerce yıl önceki sorunlara yüzlerce yıl önce verilen fetvalar “güncel çözüm”
olarak sunuluyor. Cuma vaazların sokaktaki soruları ele alan, çözüm yolları öneren vaazlar yerine,
yuvarlak ifâdelerle dolu metinler okunuyor ve cemaatin aklında vaazdan sadra şifa tek bir cümle bile
kalmıyor.
Sâdece başında örtü olup vücûdunun diğer bölgeleri, başı örtülü olmayan bir kadından daha dikkat
çekici kadınlar sokaklarda arz-ı endam ediyor. “Tesettür makyajı” diye bir saçmalık çıktı. Saçını örtüp
yüzünü hiç olmadığı kadar dikkat çekecek hâle getiren kadınları görünce 28 Şubat’ta üniversite
kapılarından kovulan kadınlar neler hissediyor acaba?
28 Şubat’taki mücâdele beş yıldızlı otellerde kadın ve erkek havuzları ayrı olursa “İslâmî tâtil” olsun
diye mi verildi acaba? 28 Şubat’taki mücâdele, “tesettürlü” kadınların düzenlediği kına gecesinde gey bir yaratık sahne alsın
diye mi verildi?
28 Şubat’ta “ikna odaları”na sokulan on binlerce kadın üniversiteyi, başörtüsü “televizyon dizisi
malzemesi” olsun diye bıraktı?
Evet, ezanı Arapça aslına döndürdü diye yaptığı onca yıkım görmezden gelinen Menderes, günahlarını
dar ağacında ödemiş olabilir. Peki başörtüsünü bir “güzellik unsuru”, bir “câzibe oltası” hâline
getirenler, başörtüleri sebebiyle kendi kişisel yanlışlarının İslâm’a mâl ettirmenin vebâlini, bütün
Müslüman kadınları zan altında bırakmanın günâhını nasıl ödeyecekler?
Peki ya üçüncü tuzak(lar)!
Bu ülkeyi rahat bırakmayacakları belli. Ziya Paşa’nın “Siz dışarıdan biz içeriden üç yüz yıldır yıkamadık”
dediği Osmanlı’nın vârisi olarak bu coğrafyada, bu inanç ve töre ile yaşamanın bedelinin ağır
olduğunu bilmeliyiz. Biz bilmezsek bunu öğretmek isteyenler hem dışarıda hem de içeride hiç de az
değil. Ama öğrendiğimizde geç oluyor. Bu cehâlet, bu gaflet ve daha tehlikesi bu rehâvetle bizi bu
coğrafyada daha fazla tutmazlar. Kurdukları her tuzağa kendi gafletimiz yüzünden düşüyoruz. Biz
tuzaktan çıkmadan yeni tuzaklar kuruluyor.
“Müslüman aynı delikten iki kere ısırılmaz” hadisini hatırlayıp en azından üçüncü tuzaklara karşı
hazırlıklı olmalıyız. Bunun yolu da dün ezanı ve başörtüsünü hedef hâline getirenlerin bugün karşımıza
hangi zaafımızı çıkardığını anlayacak basiret sâhibi olmaktır. Şeytânî akıl her seferinde yeni bir
delikten ısırıyor.
Hangi siyâsî ve ideolojik kesimin olursa olsun, medya organlarının önümüze koyduğu konuların yapay
olduğunu bilmek, ilk atılması gereken adımdır. Bir konu gündem olduysa artık, ona ne çözüm bulmak
ne de ondan fayda sağlamak pek mümkün değildir. Gündem yapılması bizim onunla zaman
kaybetmemizi sağlamak ve kendi için yeni alanlar açıp rahat çalışmaktır. Kendi gündemimizi
oluşturmadıkça, kendi sorunlarımıza kendi çözümlerimizi üretmedikçe tuzaklara düşmekten
kurtulmamız mümkün değildir.