Röportaj 26.04.2017 03:00 Güncelleme: 25.04.2017 23:19

​"Bizim temel iki kaynağımız var; onlar da kitap ve sünnettir"

​"Bizim temel iki kaynağımız var; onlar da kitap ve sünnettir"

Ümit Gülbüz CEYLAN

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN: Meal dediğimiz şey Osmanlı’da var mıydı hocam?

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: Hayır, hayır… Bu Cemiyet-ül Kur’an’ı İngilizler ilk defa Pakistan’da kurdular. Cemiyet-ül Kur’an; Kur’an Derneği, Kur’an Merkezi demek. Bir de Cemiyet-ül Hadis diye bir dernek kurdular. İşte orada Hint’te, Pakistan’da bir hadisçiler ürettiler, bir de mealciler ürettiler. Sonra da birbirlerine vurdurdular. Bu anlayış ardından Mısır’a, oradan da bize geldi.

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN: Bir de şöyle bir hadis hatırlıyorum, yanılabilirim de; “Siz Ashâbı görseydiniz, onları deli zannederdiniz”…

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: Bu, Hasan-ı Basrî’nin sözü… Hasan-ı Basrî’ye tebe-i Tabiinden biri soruyor: “Ya İmam! Biz Ashâbı görmedik, siz onları gördünüz… Nasıl tarif edeceksiniz, nasıl insanlardı onlar?”  Hz. Hasan-ı Basrî diyor ki:“Onlar, öyle insanlardı ki; siz onları görseydiniz “Bunlar deli” derdiniz.” O kadar yüksek, o kadar heyecanlı, o kadar coşkun insanlardı ki, inandıkları işi gerçekleştirme gayretinde insanlardı ki, “Bunlar deli herhalde” derdiniz. Ama onlar da sizin bu kaygısızlığınızı görselerdi “Bunlar Müslüman mı?” filan diye sorarlardı. 

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN:  Hocam, tasavvuf; kâl ilmi değil, hâl ilmidir denilir. Kâl ilmi olmadan, hâl ilmi nasıl olacak? 

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: İlimlerin bir tecrübî olanları var; deneyle, yaşayarak öğrenileni. Bir de nazarî olanları var. Fıkıh, kelam, tefsir ve hadis benzeri ilimler; nazarî ilimlerdir. Ama “kıraat” diye bir ilim var mesela onun hem nazariyatı var, hem uygulaması var. Mesela tecvit kaidelerini yani kalkaleyi, ğunneyi vesaire... Bir adam bütün bunları kitaptan öğrenemez. Yani kitaptan okur, ama ğunne, ihfâ nasıl yapılır; onu duyarak ve görerek öğrenmesi lazım. O, tecrübî ilimdir. Tasavvuf da öyledir, tasavvufun yazılı olan tarafları vardır, doğru. Oradan sadece okursunuz, ama yetmez. Bir de bunu uygulayandan görmeniz lazım. O ğunneyi öğrendiğiniz gibi hâlin ne olduğunu, şükrün ne olduğunu görmeniz lazım… İşte o ilm-i hâl, ilm-i kâl diyorsunuz ya… Yani onun ilm-i kâl kısmı kitapta var, ama ilm-i hâl kısmını ehli hâlin yanında durarak öğreniyorsunuz…

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN:  Peygamber’den öğrendiğimiz gibi değil mi?

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: Evet o havanın içerisinde, o atmosferde bulunarak.

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN:  Hocam, Kur’an meali dediğimiz şeylerle ilgili, internet ve sosyal medyada tartışmalı iletilere çok rastlıyoruz. İşte Kur’an’cılar, mealciler gibi. Kitapsız bir din olmayacağına göre, Peygambersiz de din de olmaz. Bu çerçevede sizin İstanbul Müftüsü olarak insanımıza ne gibi uyarılarınız olur?

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: Bizim temel iki kaynağımız var; onlar da kitap ve sünnettir.  Kitap olmadan sünnetin bir anlamı yoktur. Sünnet olmadan kitabın anlaşılması da ve yaşaması da mümkün değildir. Dolayısıyla bunların ikisi birbirini bütünleyen şeylerdir. Buna bir de icmâ ve kıyas ilave edilmiştir. Onlar daha sonra insanların akıl ve tecrübeleriyle ilave ettikleri şeylerdir. Ama asıl münzel olan, Peygamberimize gönderilen kitap ve Efendimizin sünnetidir.

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN:  Din-siyaset, din-devlet ilişkisi Batı toplumlarında hep sorunlu olmuştur.

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: Şöyle, onu ben kısaca özetleyeyim.

Vaktiyle Ortaçağ’da Batı’da din adamları aynı zamanda devleti yönetmişlerdir, Batı’da din devleti kurulmuştur. Kilise ilim kurumlarına musallat olmuş, keşif ve icatlara karşı çıkmıştır. Dünyanın dönmediğini iddia etmiştir biliyorsunuz. Dolayısıyla baştan beri kilisenin egemen olduğu Batı toplumlarında din-devlet ilişkisi problemli olduğu için, laiklik gibi bir kuruma ihtiyaç duyulmuştur. Bunları birbirinden ayıralım. Ama İslam’da doğrudan dinin devlete müdahalesi yok ki, sadece devleti yönetenler zaman zaman, “Bu konuda ayet var mı, hadis var mı?” diye, yollarını aydınlatmak adına ulemaya sormuşlar. Yoksa din alimleri devletin başına geçip de elinde kılıcıyla, devleti yönetmemişlerdir Ayrıca İslam’da Hristiyanlık’taki gibi bir din adamlığı, bir ruhban sınıfı yoktur. Hristiyanlığın,  kilisenin insan ve devlet algısı; Müslümanların ve Müslümanlığın devlet algısı bir değil, kıyaslamamak ve karıştırmamak lazım.

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN: İslam dini dışında, nazil olan dinler tahrifattan dolayı eksiktir, yanlıştır ve aynı zamanda ruhbanlığa dönüşmüştür diyebilir miyiz?

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: Tabii ki. Kur’an onu söylüyor; “Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar.” (Hadid,27) diyor. 

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN:  Buna ilaveten günümüzdeki tasavvuf ve tarikatlar hakkındaki görüşlerinizi kısaca alabilir miyiz? Yani tasavvuf bir ilim, tarikat ise bir mektep ve disiplindir diyebilir miyiz? 

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: Bizde, İslam’da cemaat, toplu hareket önemsenmiştir. Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman, Fatiha Suresi’ni okuyoruz her gün namazda 40 defa. “İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” diyoruz. İyyâke a’budu demiyoruz. Yani “Ben sana kulluk ederim” demiyoruz da, “Biz”, “Topluca, yani tüm Müslümanlar olarak sana birlikte kulluk ediyoruz ve gene “Biz” senden yardım diliyoruz” diyoruz. Bu çok önemli; ben tek başıma namaz kıldığım zaman da böyle diyorum, siz tek başınıza kıldığınız zaman da öyle diyorsunuz, beraber kıldığımız zaman da... Biz hep kendimizi cemaat kabul ediyoruz. Biz İslam camiasının bir parçasıyız, ferd-i vahid olarak değil, biz cemaat olarak varız, demek istiyoruz.

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN: İnsan ahsen-i takvim olarak yaratılmıştır buyruluyor. Mikro ve makro planda insanı kâinat ve ötesine yolculuğundaki doğru yolun temel özelliklerini düşündüğümüzde en bariz olarak neler yapmalıyız? 

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ:  İnsanoğlu, bu makro kozmosun mikrosudur. Yani âlemdeki her element fizikî olarak, insan bedeninde var. Her elementin bir tezahürü insanda var. İnsan vücudunda, dünyada olan her varlığın tezahürleri var. Bitkiye benzeyen tarafımız var, suya benzeyen tarafımız var, toprağa benzeyen tarafımız var, dağlara benzeyen tarafımız var. Dolayısıyla insanoğlu fizikî olarak da, mânevî olarak da bu âlemin özeti olarak görülmüş; “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen... Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” Yani; “Bu kâinatın gözbebeğisin, gözde varlığısın” demiş şair (Şeyh Gâlib).  Cenab-ı Hak da: “Ve lekad kerremnâ benî âdeme (İsra, 70); Lekad halaknâ’l insâne fî ahseni takvim (Tin, 4)”… “İnsanı en güzel şekilde yarattık” Yani Allah, kendisinden “Ve nefahtu fîhi min rûh î/ Ben ona ruhumdan üfledim (Hicr, 29)” ifadesiyle, insana ilâhi bir nefha olarak bir ruh vermiştir. İnsanı yücelten bu taraftır. İnsan bu nefha sayesinde yukarıların yukarısına çıkmaya adaydır, ama nefsi ve benliği sayesinde aşağıların aşağısına gitmeye müstaiddir. 

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN: İnancımızı yaşamamızın da ötesinde irşat ve tebliğ vazifemizi nasıl yapmalıyız? 

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: İnsan aklıyla, gönlüyle, kalbiyle yukarılara talip olmalı ve nefsinin kölesi olmadan iyiliği, güzelliği yakalamaya çalışmalı, bunun derdinde olmalıdır. O zaman hakikaten buna ulaşması mümkündür. Ama insan kendisini ucuz şeylere satarsa, Hz. Mevlana’nın dediği gibi; “Sen neye talipsen, osun. Yani ekmek peşinde koşuyorsan, ekmeksin; ama ulviyet peşinde koşuyorsan, ulvî bir âlemsin.” Dolayısıyla biz dikkatimizi, himmetimizi ulvî ve yüce olan Allah’ın rızâsına, insanlara hizmete yönelttiğimiz zaman o değerler bizi kuşatıyor ve o değerlere doğru yol alma imkânı elde ediyor ve yükseliyoruz.

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN:  Son bir tartışma var. Bu FETÖ olayından sonra, hani bizim kendi değerlerimizle buluşmamız için Anadolu irfanına tekrar dönmemiz, ona sahip çıkmamız adına. Ahmed Yesevî geleneğinin çok değerli ve önemli olduğunu, oraya tekrar bir bakmamız gerektiği konusundaki fikirlere ne dersiniz?

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: Doğru, onu aklı eren herkes söylüyor, söylemesi de lazım. Çünkü bizim tecrübemiz oralardan geliyor. Osmanlı tecrübesi, Selçuklu tecrübesi hepsi o kaynaklardan beslenerek, denenmiş ve yaşanmış bir tecrübedir. Bunların belki bir kısmı farazîdir, nazarîdir ama öbürü tamamen yaşanmış, tatbikî olarak görülmüştür. Bundan dolayıdır ki;  bizim Balkanlara, Orta Asya’ya, Afrika’ya giden yolculuğumuz Uçbeyleri ile o gelenekten, hep o Yesevî geleneğinden, Nakşî geleneğinden ve diğer gelenekten gelen insanlarla olmuştur. Hattâ Balkanlar’da farklı ırklarla bir mozaik olmuş yapıda yaşayabilmemizin de temelinde bunlar var. Yani “yaratılanı yaratandan ötürü sevme” ilkesini bize öğreten ve orada buluşmayı sağlayan bir algıdır bu, varlığın hiçbirini boş görme, anlamsız görme, çünkü onların hepsini Allah yaratmıştır; dolayısıyla mutlaka bir hikmeti vardır. “İnsan mükerremdir, diğer varlıkların da mutlaka bir hikmeti vardır” gözüyle bakmayı öğreten ve “Her şey yerli yerindedir” algısını öğreten bu yapıdır.

Tabii bunun bizim dünya hayatımıza, birlikte yaşama kültürümüze çok önemli katkıları olduğunu biliyoruz. Bunun olduğu yerde ayrıca diyaloğa, ittifaka filan gerek yok. O zaten, yani insan olarak, Allah’ın yarattığı varlık olarak herkese verilmesi gereken değerin verildiği bir algıdır ve anlayış tarzıdır. Elbette çok farklı bir değeri vardır.

ÜMİT GÜLBÜZ CEYLAN: Hocam bunca yoğunluk arasında mülakat yapma isteğimizi kabul ettiniz.  Bizi makamınızda misafir ettiniz. Şahsım, gazetemiz YeniBirlik ve okuyucularımız adına tekrar teşekkür ediyorum. 

Prof. Dr. HASAN KÂMİL YILMAZ: Biz de teşekkür ederiz efendim.