Vakıf Katılım web
Röportaj 17.04.2019 03:00

Dejenere değil marjinalim!

Onu hepimiz tanıyoruz, 90'lardan beri hayatımızda olan, magazinel olmadan popüler kalan, asaleti kendinden menkul kadın: Billur Kalkavan'la bu hafta evinde lafın lafı açtığı şahane bir sohbet gerçekleştirdik.
Dejenere değil marjinalim!

Beyza Sinem Çağlar: Sohbetimize sizi tanıyarak başlayalım. Aslında Billur Kalkavan kimdir?

Billur Kalkavan: Artık herhalde kendi bildiğim gibi anlatamam. 30 senedir her gün bu piyasadayım, bir şekilde insanların kafasında yer etmiş bir Billur Kalkavan var. İnsanların gördüğü gibi, tabi nasıl gördükleri kalplerine göre değişir. Saf yürekli, doğayı ve hayvanları seven, normal bir insanım aslında. Sıradan demeyeceğim ama insan işte. Şu aralar insan kalmak bayağı zorlaştı! 7 milyardan 5 milyarı benim insan tanımıma girmiyor.

BSÇ: Kendinize normal dediniz ama normal değilsiniz ya aslında?

BK: Normal zaten ne ki yaa. Sıkıcı bir şey normal. Hiçbir şeyimin o ‘normal’ kavramında olmasını istemem. Ama hani marjinal olma ayağına veya ilginç olma ayağına abuk sabuk şeyler yapan biri de değilim. Kafa olarak annem babam çok değişik insanlardı. Şu anda beni böyle yetiştirdikleri için onlara duacıyım. Çünkü çok özel insanlar. Bana kendimi bulmayı ve yaşamayı öğrettiler.

BSÇ: Sizin soyunuzda saraylılık falan da var. Değil mi?

BK: Annemin soyunda var. Annemin yarı ailesi Arnavut; çok zenginlermiş. Babası da Abdülmecit’in torunu.

BSÇ: Aslında Osmanlı Hanedanlığı’na mensupsunuz yani?

BK: Hanedandan geliyorsun da Türkiye’de asalet olmadığı için çok da önemli değil o şeyler. Bizde asalet değil burjuva sınıfı vardır. Öyle asalet unvanları falan yoktur. Ben anlam yüklemem öyle şeylere, neticede bir aile yani. Ama İlber bunu benden iyi anlatır (İlber Ortaylı). Geçenlerde anneme yemeğe geldi, yine anlattı ama ben detayları yine unuttum. Ben önem vermem böyle şeylere; çok da merak etmem aslına bakarsan.

BSÇ: Kalkavan soyadı da Türkiye’de çok bilindik bir soyad?

BK: Onlar tek aile. Benim dedem, Rize’den 1900’lü yılların başında ilk İstanbul’a gelenlerdenmiş. Bir sürü rivayet var. Mesela 300 senelik aile falan bunlar. O zamanın büyük gemici ailesi. Önemi kalmamıştır ki bunların. Şu anda benim kim olduğum önemli. Bakma hangi aileden geldiğin senin asaletini belirlemiyor. İnsanın kendini nasıl yetiştirdiği, ne yaptığı önemli.

BSÇ: Peki siz Billur Kalkavan olmak için neler yaptınız?

BK: Valla çok özel şey yapmadım (gülüyor). Doğuştan böyleyim. Ben Allah’ın çok şanslı kuluyum. Çünkü mükemmel bir anne babanın çocuğuyum Zaten ailem tanınan bir aileydi. Ben kendim olarak düşündüğümde hiçbir şey yapmadım. Sadece çocukken annem babam benim ben olmama izin verdiler. Şahsiyetimin oluşmasında büyük katkıları vardır. Beni özgür bıraktılar ve desteklediler. Çok önemli bir şey çocuğa ne yaparsa yapsın desteklemek, onunla konuşarak hatalarını kendisinin görmesini sağlamak. Nasihat verilmedi, ihtimaller anlatıldı bize. Bir olaya giriyorsak sonuçlarının ne olacağı anlatıldı. Biz de kardeşimle her ne yaptıysak sonuçlarından hep kendimiz sorumlu olduk. Yalan söylememeyi, bahane bulmamayı, yaptıklarının arkasında durmayı, kendi hayatına sahip çıkmayı – ki bence bu çok önemli bir şey- öğrendik. Onun için ben böyle densiz, küstah bir tip oldum. Kimsenin bana karışmasına izin vermedim. Bu benim kendi hayatım buyurun kendi hayatınızı istediğiniz gibi yaşayın. Ben kendi hayatımı istediğim gibi yaşarım. İnsanlar da buna saygı duydu ama, o saygıyı da sağlayan bendim; yaptıklarımdan emindim çünkü. Bazı kişiler kendi kızına aynı saygıyı duymuyor. Geçen gün birisi anlattı; babası genç kızken gece dışarı çıkmasına izin vermezmiş; ‘Sen Billur Kalkavan değilsin öyle gezip tozamazsın’ dermiş. Adam beni kabul etmiş ama kızını kabul edememiş.

BSÇ:  Olduğunuz gibi görünüp istediğiniz gibi yaşıyorsunuz için de marjinal diye de adlandırılıyorsunuz. Sizce marjinal misiniz?

BK: Marjinalim. Marjinal ne demek onu tanımlayalım ama. Kelime anlamıyla bir şey moda olmadan önce yapan kişi. Yani çağın ötesinde yaşayandır marjinal. Evet marjinalim. Yaptığım birçok şey Türkiye’de sonradan yapıldı. Ama bizde her kavram gibi bu da karıştırılıyor. Dejenereliği marjinallik zannediyorlar. Dejenere asla olmadım.

BSÇ: Çoğu kişi bilmez. Siz bir de ilk çocuk yıldızlardansınız! Erol Taş ile Ayrı Dünyalar filminde başrolünüz var. Hatta performansınız çok beğenilmiş. Uluslarası festivallere bile katılmışsınız.

BK: O zaman altmışlı yıllardı. Filmimiz bir festivalde de ikinci oldu. Sonra ufak tefek işlerim oldu ama ben çocukken yazları denize girmeyi çok severdim. Bütün yaz çalışıp film çevirince anneme yazları denize girmeyi istiyorum demişim. Oyunculuk o yaşta bana göre değilmiş yani. Sonra işte reklam filmleri gibi ufak tefek şeyler yaptık ama hevesim olmadı öyle. Yeni Ayşecik falan demişlerdi.

BSÇ: Keşkeleriniz var mı?

BK: Tabi. Ailem keşke ben ilkokuldayken benimle ilgili bir astroloğa başvurmuş olsaydı diyorum mesela. Başka bir yerde olurdum. Büyük olaylarda keşkem yok mesela, evlenseydim çok keşkem olurdu eminim. Çocuk doğursaydım onun için keşkelerim olurdu. Büyük pişmanlık duyduğum keşkelerim hiç olmadı. Ama akrep burcuyum, yaptığım herşeyden yaradılışımdan dolayı şüphe duyarım. Bir şeye karar veririm onu sekiz bin kez düşünürüm.Böyle mi yapsaydım öbür türlü daha mı iyi olur diye. Halbuki kararlıyımdır da ilk verdiğim kararda.

BSÇ: Yurtdışında okuma maceranız da var...

BK: Beni ortaokula Amerika’ya yolladılar dayımın yanına. Sonra burada Maarif’e başladım Kadıköy Anadolu Lisesi’ydi o zaman adı. Tam da anarşizim zamanıydı; ihtilal öncesi. Burada çok mutsuz oldum ben. Okula adapte olamadım. Amerika’da gitmişim böyle her gün spor eğlence bilmem ne Los Angeles’ta güneş deniz. Burada işkence gibi geldi okumak bana. Mesela kırmızı bir ceket giymiştim bir gün okula giderken, babamın hırkası aslında. Bir hoca beni çevirip Kalkavaların kızına kızıl yakışır mı diye azarladı. Anlamadım ne demek istediğini. Bizim evde din, politika gibi konular konuşulmazdı. Sanat, kültür, lisan konuşurduk biz. Babam Oxford Felsefe & Edebiyat mezunuydu. Sonra zaten hiç sevemedim okulu. Öyle büyümediğim için belki de herkese dayatılan şeylerdir, otoritedir hiç sevmem. Sonra gittim Amerika’da bitirdim liseyi.

BSÇ: Bir de Türkiye’nin ilk punkı olma durumunuz var

BK: Ya özentilik o bakma. Bizde böyle bir kültürün olmasına imkan ihtimal yok. Öyle bi boyfriend’im de vardı. Manyak manyak müzikler dinliyorduk, saç baş boya falan, komiktik aslında. Belki buradaki oturmuş mantığa ters gitmeye çalıştım çocuk aklımla.

BSÇ: Peki Güneri Cıvaoğlu efsane Güneş Gazetesi’nde genel yayın yönetmeni iken bi ara asistanlığını da yapmışsınız.

BK: Sekreterliğini diyelim. Güneri Bey’e sorsan asistanım diyor da. Diyorum ki ya Güneri Bey, doğruyu konuşalım, ben sizin asistanınız filan değildim düpedüz sekreterinizdim. Daha onsekiz yaşındaydım koskoca Güneri Bey’i nerede asiste edeceğim o yaşta, tecrübede. Dünyadan haberim yoktu, manyağın tekiydim be. Adam benden neler çekti yaa. Saçlarım renkli renkli, yılanlarım vardı onları işe getirirdim. Ama çok severdi beni, çocuğu gibi de görüyordu. Ama manyak cadıydım biliyor musun, iş bitiriciydim yani. Beni arar odasından; bana bilmem kaç uçağına yer ayırt der; uçuşa bir kaç saat vardır. Bir ararsın hiçbir uçakta yer yok. Bütün havalimanlarını, bütün bilet kontuarlarını arar mutlaka hallederdim. Bakma öyle garip garip durduğuma. Kafa yine iyi çalışıyodu. Ama tip falsoydu. Bir sene filan geçti ama delireceğim bir de sıkıyönetim var, sokağa çıkma yasağı var. Eve gece üçte özel izinle dönüyorum ve sabah dokuzda iş başındayım. Dayanamadım bir gün gittim dedim ki ‘Güneri Bey, ben acaba akşam üstleri artık makul bir saatte çıkabilir miyim işten?’ Bana ‘gazetecilikte öyle bi saat yoktur’ dedi.Kaçta bitiyorsa o zaman çıkıcaksın’ dedi. Ben hüngür hüngür ağlamaya başladım. ‘Ama Güneri Bey, ben daha on dokuz yaşındayım.’ dedim. İki sene sonra da gazete satıldı zaten. Ben de ayrıldım Los Angeles’a gittim. Punk takıldım biraz orada. Sonra baktım o halde hiçbir erkek benle ilgilenmiyor. Çok mutsuz oldum; kadınlığa dönüş yaptım (gülüyor).

BSÇ: Sonra Türkiye’ye kesin dönüş?

BK: Evet. Bir arayış vardı sürekli. Çok şeyler yapmak istiyorum hayatta ama ne bilmiyorum. Mudo’da çalıştım bir ara Mustafa Taviloğlu’nun yanında. Ee yeni ne yapcağımı herhalde merak ettim. Bir sürü işe girip çıktım, girip çıktım, zaten sonunda yolunu buldu.

BSÇ: Tiyatro ve dizi oyunculuğu da çok yer kaplıyor hayatınızda...

BK: Kudret Yenici vardı yönetmen onu hep anarım hep de anmayı borç bilirim kendime. Hala da görüşüyorum. O bir program çekiyodu orada bir bölüm sunmamı istedi. Ben ilk sunucu olarak TRT’de başladım. Sonra işte film gibi şeyler geldi. Sonra doksanüçte Tekin Akmansoy dizi teklifinde bulundu. İlginç bir rol, arıyomuş böyle güzel, bakımlı, sosyetik bi kadın. Sonradan Görmeler diye bir dizisi vardı onun için. Tiyatroya da Enver Aysever ile ortak olarak başladım. Tiyatro Çisenti diye onun zaten varolan bir tiyatrosu vardı. Ben de ortak oldum. Gel senle bir oyun yapalım dedi öyle başladık. Sonra diziler devam etti. Bu iş enterasan. TV sana çok popülerlik sağlıyor, egonu besliyor ama onun geçici olduğunu bilmen lazım.Hiç bu sevgiye de güvenmem. Neticede benim kendimi sevmem önemli. Ben kendimi sevdiğim sürece zaten birileri beni sever. Bir de herkes birisini sevemez ki zaten. Herkesin sevdiği birisi olamaz. Bizim artistlerimizin o zavallı çabasını bazen çok yakinen gözlemliyorum. Cici gözükme hep mış gibi yapmak yorucu ya, gereksiz. Beni çok antipatik bulanlar da vardır ama ben buyum, sevgi için değişmem. Sen kendin ol seni seven bulunur. Herkes herkesi sevemez ki, bugün varsan baksan Atatürk gibi muhteşem bir insanın bile sevmeyenleri var.

BSÇ: Televizyon tehlikeli ama popülerlik için de gerekli galiba...

BK: Son zamanlarda hadsizlik denilen şey diz boyu oldu ülkemizde. Ağzını öpeyim Cem Yılmaz’ın yaa. Beyni var fikri yok diyor ya, hakikaten öyle. Gereksiz bir özgüven herkeste, herşeyi biliyorlar her konuda. Dunning-Kruger sendromu var ya hani hadsizlerin hayatta daha çok ilerlediğine dair bu tam onu yaşıyoruz bu devirde. Kavramları da çok komikleştirdik. Türkiye’de kadın demiyoruz bayan diyoruz; bayan diyerek kadına iyilik veya terbiyeli davrandığımızı zandediyoruz. Her gün onlarca kadın öldürülüyor, şiddete uğruyor.

BSÇ: Benim sizinle ilgili hatırladığım en net anılarımdan biri de Emel’in Deli Et Beni klibindeki sahneleriniz...

BK: Evet, biz de arada seyrediyoruz.

BSÇ: Görünce demiştim ki hakikaten kadınlık böyle bir şey demek ki... Saklanmadan, gizlenmeden..

BK: Emel’i çok severim.Yeşim Salkım’la bana teklif etti, seve seve dedik. Sabaha kadar klip çektik ama ne yaptığımızı da bilmiyoruz; şurada dans et, burada dur, bölük pörçük bir şeyler yapınca anlamıyorsun ki. Neyse editlendi, klip çıktı ortaya. O zamana göre biraz erotik sayılıyordu. Aslında şimdi bakıyorum da öyle bir şeyi de yok. Emel aradı birkaç gün sonra. Çok komiktir Emel, dedi ki ‘klibinde bana şarkı söylettirdiğin için çok teşekkür ederim.’ ‘Noldu be’ dedim; ‘Kimse dedi, şarkımı dinlemiyor herkes seni seyretmek için klibi açıyor, bayağı konuşulmuştu o zamanlar...

BSÇ: Bir kadının en iyi yaşları nedir sizce?

BK: Kesinlikle 30’lar... 30’lu yaşlar başka oluyor, kabul etmek gerekiyor herşeyi doğrusuyla. Bir kadın için en güzel 10 sene diyebilirim. Kıymetini bilsinler o yaştakiler! Gerçi şimdiki dervirde de ihtiyarlık yok gibi. Bakıyorum annem 90 yaşına geldi neredeyse, kadının kafası o kadar güncel ki. Onun için ihtiyarlamıyor, günümüzde olanı biliyor, günü yakalıyor.

BSÇ: Peki; konu açılmışken, bu harika görüntüyü neye borçlusunuz?

BK: Millet çok şey yaptığımı zannediyor da, bence gülmektir herşeyin çözümü. Herşeye gülerim ben saçma sapan. Bunun yanında; alkol, sigara kullanmam, çok su içerim. Eskisi gibi spor yapmıyorum, biraz tembelleştim. Ne krem buluyorsam da onu kullanıyorum valla. Şarap gibi kadın diyorlar ya sinir oluyorum. Ne alakam var benim fermente üzümle ya?

BSÇ: Bu kadar aristokrat ve ünlü olma durumumunuz varken, en değer verdiğiniz şey ne hayatta?

BK: Sevgi... Benim malla mülkle alakam olmaz. Hırslarım da yoktur; pırlantam olsun, o elbise benim olsun, çantam şu marka olmalı falan basit geliyor bana. Yaş aldıkça da hayatın başka değerlerine önem vermeyi öğreniyorsun. Aşk kadını klişeleri var, öyle değil aslında. Ben kafama uyan adamlarla güzel şeyler yaşadım. Eskiden hep dört senede bitiyordu ilişkilerim. Sonradan bir yerde okudum kadınların döngüleri dört sene sürermiş, 4 sene sonra başka bir insansın yani. Geçen gün Buğra’ya ‘ben galiba seni kedilerden fazla seviyorum’ dedim. Çok güldük, o da dedi ki ‘bu önemli bir payedir benim için, bunu kutlamamız lazım.’ On senedir birlikteyiz Buğra ile. Ben bile kendime inanamıyorum. ondan çok şey öğrendim. Çok sabırsız, şımarıktım, hemen kırardım insanları. O huylarımı Buğra yumuşattı.

BSÇ: Buğra Bey, biraz da sizle sohbet edelim.  Billur Kalkavan gibi bir kadını taşımak zor mu? Hakikaten Türkiye’de yok bir tane daha. Korkutmuyor mu sizi?

BK: Ben sana bir şey söyleyeyim mi, o kadar güzel bir soru sordun ki; çünkü erkeklere bakıyorum gerçekten hayatıma giren erkekler hep cesur tipler olmuş; korkak erkekle benim işim olmaz.

Buğra Bahadırlı: Korkunun ne olduğunu bilmediğim dönemde tanıştık diyelim. Billur’u taşımak aslında zor değil. İnsanlar ilişki yaşamanın nasıl bir şey olduğunu, ne dinamikleri olduğunu aslında çok iyi bilmiyor. Ben bu ilişkiye başladığımızda 25 yaşındaydım, kafaca ve hayat tarzı olarak daha yaşlı bir tiptim aslında. Beni Billur gençleştirdi. Şaka değil, bizim ilişkinin küçüğü Billur. Sonra insanın farkındalığı artınca belki de tekamülde zaman zamansızlık frekansına girmeye başlıyorsunuz. Anlatılabilecek bir şey değil bu. Her ilişki iki tarafın beslenmesi ile yürüyor. Biz birbirimizi beslemeye hep devam ettik.

BSÇ: Beraber Billur TV’yi yapıyorsunuz youtube’da...

Buğra Bahadırlı:  Aramızda 22 yaş fark var Billur ile. Bir gün ona dedim ki, gel internet televizyonu kuralım. Billur, ‘Nasıl kuracağız? Benim aklım almaz bunu yapmayı’ dedi. Ben de bana bırak o işi dedim. Şimdi bütün yönetim bende. Billur sadece sunuculuk yapıyor ve içerikleri belirliyor. Her ay yeni içerik çekip yüklüyoruz. Bayağı dolu dolu, bir TV kanalında hangi içerikler olması gerekiyorsa Billur TV’de de onlar var...