Röportaj 11.11.2019 09:00 Güncelleme: 11.11.2019 10:53

İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof Dr. Yücel Oğurlu: Çocuklar önce yaşamayı öğrenmeli

"Bizim dönem görüşü ne olursa olsun ülkeye dair bir şeyler yapma arzusu çok yüksekti. Belki bizim ilkokuldan itibaren aldığımız eğitim ve ailelerden aldığımız değerler farklıydı."
İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof Dr. Yücel Oğurlu: Çocuklar önce yaşamayı öğrenmeli

Adil YILDIZ

“Bir insan 30-40 yaşına gelip bir yumurtayı kıramıyorsa bence burada bir eksiklik var. Bizim çocukluk yıllarımızda hatırlar mısınız ilk okul derslerinde dikiş dikmeyi bile öğretirlerdi. Kartondan küçük bir kutu yapmayı öğretirlerdi. Yani bunun insanın analitik düşüncesinin gelişmesine, motor yeteneklerinin; el ve beyin arasındaki uyumun sağlanmasına; ruhsal ve psikolojik sağlığının gelişmesine çok büyük katkılarının olduğunu düşünüyorum.” diyen İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof Dr. Yücel Oğurlu ile siz değerli YeniBirlik okurları için konuştuk.

Sizi sizden dinleyerek başlayalım. Yücel Oğurlu kimdir, neler yapmıştır?

1970 yılında İstanbul’da doğmuşum. İlkokul, orta okul, lise, yüksek lisans ve doktoramı İstanbul’da tamamladım. 1987 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olarak başladım. 1992 yılının sonunda Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Mali Hukuk programında yüksek lisans öğrencisi olarak devam ettim. 1995 yılında başladığım doktorayı 1999 yılında tamamladım. 2000 yılında yardımcı doçent olarak doğuda o zamanki adıyla Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bugünkü adıyla Erzincan Hukuk Fakültesi’nde göreve başladım. Kadrom yaklaşık 13 yıl kadar Erzincan Hukuk Fakültesi’nde kaldı. Fakat bu arada farklı vesilelerle kısa ve uzun süreli yurt dışı programlarım, projelerim, eğitimlerim oldu. Bir süre Hollanda’da kaldım. 1999 yılında Kazakistan’da Ahmet Yesevi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kurmak üzere 3 arkadaşımızla bu ülkeye gittik. Fakülteyi kurduk ve geriye döndük. Bir proje kapsamında da Hollanda’da bulundum. 2 yıl içerisinde 14 ay kadar süre Tilburg Üniversitesi’nde Misafir Öğretim Üyesi statüsünde görev yaptım. Kendi odam, asistanım ve bilgisayarım olmak kaydıyla hoca olarak görev yaptım. 2006 yılından bu yana da İstanbul Ticaret Üniversitesi’ndeyim. 14 yılı tamamlamış olduk. Bu süre zarfında bu üniversitede dekan yardımcılığından merkez müdürlüğüne, komisyon başkanlıklarından rektör yardımcılığına, bir dönem vekil rektörlüğe, şu anda da rektörlüğe kadar farklı aşamalarda görev yapmış oldum. 3 yıl kadar da başka bir yurt dışı görevim oldu. International University of Sarajevo’da rektörlük yaptım. Türkiye’nin bu üniversiteye ciddi destekleri var. Görevimin sonuna doğru ailevi sebeplerden ötürü ülkeme döndüm. Orada misyonumu tamamlamıştım. Üniversite dünya sıralamasında 13 binden 3 bine çıkmıştı. 3 yıllık kısa süre zarfında oldu bu olay. 5 bölüm için uluslararası akreditasyon almayı başardık. Farklı ülkelerden insanları davet ettik. Öğretim üyesi olarak kadrolara aldık. Güçlü bir ekip kurmuştuk. Başarılı işler yaptığımızı düşünüyorum.

Siz de bir zamanlar öğrenciydiniz. O yıllarınız nasıldı? “Keşke yapmasaydım ya da iyi ki yapmışım” diyeceğiniz neler var?

1987 yılı öğrencilik yıllarımın başlangıcı… Tabi ki o günün Türkiye’si ile bugünün Türkiye’si çok farklı. 1980 askeri darbesinden 7 yıl sonraya denk geliyor bizim öğrencilik zamanımız… Türkiye’de yurt dışından çok fazla sayıda eserin çevirisinin olduğu bir dönem o dönem… Bizim de bir hukuk öğrencisi olarak aç kurtlar gibi okuma yaptığımız dönemler. Nerede bir konferans varsa takip ettiğimiz dönemler. Çok farklı kesimlerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz. Farklı bir dönemdi doğrusu… Ülkenin hala keskin kutuplaşma yılları sürüyordu… En azından sokakta değil ama üniversitelerde devam ediyordu. Bunun Türkiye’ye kazandırdıklarından daha fazla kaybettiklerinin olduğunu düşünüyorum. Kazandırdıkları da oldu kuşkusuz; bir okuma seferberliği ve bir rekabet halinde insanlar bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Düşünmek, tartışmak, müzakere etmek ve kendi tezlerinin haklılığını kabul ettirmek üzerine yaşıyordu… Bu kazandıran taraftı… Ama kaybettiren taraf Cemil Meriç’in çok güzel ifade ettiği gibi insanlar kendi dünyalarında ne kadar kulak kabartmışlarsa diğer dünyalara da o kadar sağırlar… Böyle bir paradoksun içinde kalmış oluyorsunuz. Öğrencilik yıllarımda açıkçası pişmanlık duyduğum çok bir şey yok. Ama daha sosyal olabilirdik. Çok farklı arkadaş çevreleri edinebilirdik. Biz bunu yapmadık. Şu andaki gençler aşırı derecede sosyal imkanlara sahipler. Bu çok güzel. Ama bunun içerisinde kendilerini geliştirebilecekleri alanları da farkına varmadan daraltmış oluyorlar.

Sizin dönemin öğrenciliği ile bugünkünü kıyaslarsak ne gibi farklar ortaya çıkıyor?

Bu dönemle motivasyon farkı olduğunu düşünüyorum. Bizim dönem görüşü ne olursa olsun ülkeye dair bir şeyler yapma arzusu çok yüksekti. Belki bizim ilkokuldan itibaren aldığımız eğitim ve ailelerden aldığımız değerler farklıydı.

Aidiyet duygusu daha mı yüksekti?

Kesinlikle… Ben aidiyet duygusunun kısmen azaldığını düşünüyorum. Pırlanta gibi gençlerimiz var ancak idealizmin azaldığını düşünüyorum. Hepimiz çocuk yetiştiriyoruz. Yeğenlerimiz, ailelerimiz, çevrelerimiz var… Genel olarak yeni kuşaklarda bu doğru veya yanlıştır demiyorum. Ama daha bireysel planlar üzerine kurulu ve genellikle egosantrik olarak ifade edebileceğim; ben merkezci bir düşünce tarzı olduğunu düşünüyorum. “Biz” artık “bana” dönmüş durumda. Küçük fedakarlıklar bile zor geliyor. Eğilimin böyle olduğu, bunun içerisinde son derece istisnai; güçlü karakterli gençlerin olduğunu da ifade edebilirim. Birey olarak gençlerin ideallerini korumaya başardığını da görüyorum. Böyle gençlerle gurur duyuyoruz. Yani bizi geçen ve geçme potansiyeli olan çok sayıda genç de görüyorum. Ama genel kitle ve akışın egosantrik bir dünya üzerine kurulduğunu düşünüyorum maalesef.

Ülkemizdeki üniversite sayısı her geçen gün artıyor. Bu artış konusundaki fikriniz nedir? Özel üniversiteler ile devlet üniversiteleri arasında kafası karışık olan gençlere neler söylemek istersiniz?

Üniversitelerin sayısının artması konusunu 1992 yılında Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yaşadım. Çünkü o zaman Türkiye’nin yanlış hatırlamıyorsam 6 hukuk fakültesi vardı. 7. Olarak Erzincan Hukuk Fakültesi açıldı. “Dağ başında fakülte mi olur?” tartışmasını bizzat yaşadık ve içinde bulunduk… Basında uzun süre tartışıldı bu… Fakat zaman gösterdi ki o fakülte ve benzerleri Türkiye’nin insan kaynağının yetişmesi için çok önemliydi. 6 hukuk fakültesinde ben kendime yer bulamayabilirdim ve benim gibi şu anda birçok yerde ismini bildiğiniz çok değerli hukukçular da yer bulamayabilirdi

Şu anda hukuk fakültesi sayısı kaç?

100’ün üzerinde… Burada eleştirimi de yapacağım. Öncelikle mevcut durumu söyleyeyim. Uygun rekabet şartları ve asgari standartların belirlenmesi halinde çokluğun problem olduğunu düşünmüyorum. Sayıca çok olmak; uygun standartların denetlenmesi ve adil rekabet şartlarının oluşturulması halinde gereklidir. Bu yapılar ve rekabet; çok güçlü fakülte ve üniversiteleri doğurur… Benim şahsi kanaatim bu yönde. Eğer şunu yaparsanız; üniversite ve fakülte sayılarını çok kısıtlı tutarsanız bu ayrıcalıklı sınıflar oluşturur. Dokunulmaz, ayrıcalıklı ve geçişgenliğin olmadığı; kabiliyetli, yetenekli insanlara fırsat verilmediği bir ortama sebep olur.

Bu noktada ülkemiz çok sancılar çekti mi?

Çekti… Çekmez mi… Türkiye’nin üniversite reformu yıllarından bu yana 1930’lar, 60’lar, 70’ler, 1980 askeri darbesi… Her dönemin ayrı bir sancısı olmuştur. Yani bunların bir kısmını biz yaşadık. Mesela ben 1971 Askeri Muhtırası’nı görmedim. Ama o dönem üniversiteden atılan insanlar var. 1980’de 1402’likler kapsamında üniversitelerden atılan farklı görüşlerden, sağdan, soldan şu bu gerekçelerle atılan insanlar var. Düşünür insanların atıldığını biliyoruz. Ama bunun ötesinde mevcut yapının da hiçbir zaman aşağıdan yeteneklerine göre diğer insanların geçişine fırsat vermediğini biliyoruz. En azından ben 1980 ve 1990’lı yılları, 28 Şubat’ı da yakinen biliyorum ve yaşadık.

Bugün Hukuk Fakülteleri’nin 100’ün üzerinde olması avantaj mı, dezavantaj mı?

Şöyle hemen eleştiri kısmına geleceğim bu noktada… İşte burada ilk başta söylediğim temel nokta vardı ya… Rekabet şartlarının oluşması ve asgari şartların sıkı denetlenmesi halinde… Eğer bir hukuk fakültesinin yeter sayıda öğretim üyesi yoksa; herhangi bir şekilde kontenjan almayı başarmışsa; o öğrenci eksik yetişecektir. İyi bir hukukçu olmayacaktır orada… İyi bir tıpçı için de aynı şey geçerlidir. Bütün meslekler için aynı şey geçerli aslında… Yani bir iletişim fakültesini tabela olarak asabilirsiniz. Dışarıda piyasadan 3-5 kişiyi toparlayıp ders de verebilirsiniz. Ama bu gerçek bir ders olur mu? Gerçekten akademik bir atmosfer olur mu ve gerçekten bir üniversite olur mu bunu tartışmak lazım… Üniversitelere belirli bir süre fırsat verilmeli. Yani üniversitelerin kurulmalarından itibaren ilk 5-10 yılları yapılanma yıllarıdır. Ayakta kalabiliyorsa ayakta kalmalı… Ama kalamıyorsa bitkisel hayatta devam etmesine izin verilmemeli ve sıkı denetimle oralarda sadece öğrencilerin zaman geçirecekleri mekanlar olarak bırakılmamalı.

Devlet ve vakıf üniversitelerin rekabet içinde olduğu bir ortamda bu kalite nasıl sağlanıyor peki?

Öncelikle şunu söylemek gerekir. Yine 1980’lere atıfla söylemek istiyorum. Hukuk fakültelerinde doktor unvanı verebilen 1 ya da 2 üniversite vardı. Doktor unvanı çok değerli bir şeydir. Ama bunu yaptığınızda ve yılda 2-3 kişiye kadro verdiğinizde ve bunların önemli bir kısmı pes edip; “Bu iş yapılmaz” deyip yılıp gittiğinde; siz öğretim üyesi yetiştirememiş oluyorsunuz. Ama bugün Türkiye’nin birçok fakülteleri doktor unvanı verebiliyor. Asıl mesele unvanı verebilmelerinde değil; bu unvanı alan kişilerin kendi mesleklerine saygı duymaları gerekir. Yapının, yeterli ve ehil olanlar dışında hiç kimseye geçit verilmemek üzerine kurulmasıdır. Bu nokta önemli. Üniversite sayısının çokluğu yönetilebilir olması halinde avantajdır. Mesela Japonya’nın, ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın üniversite sayıları bizimle kıyas dahi edilemez boyutta fazladır. 3-5-10-20 katı fazladır. Fakat bunların içerisinde rekabet çok önemlidir. Rekabet yapılır ve herkes kendi klasmanında hareket eder. Yani kendi liginde oynar herkes. Bunu Türkiye de zaman içerisinde yaşamaya başlayacak. Mevcut üniversitelerin kendilerini devam ettirmeleri mümkün değil. Ben bunu bir yazımda da belirtmiştim. 2-3 yıl içerisinde 5-6 üniversitenin kapandığını göreceğiz. Kendiliğinden olacak bu… Bunların bir kısmı akademik gerekçelerle; bir kısmı da mali gerekçelerle kapanacak. Çünkü artık öğrenci velisi ve öğrenci bir şey alabileceği üniversiteyi tercih edebiliyor. Üniversite hiçbir şey sunmuyorsa o üniversiteyi tercih etmiyor.

Siz hem öğrenci tarafını biliyorsunuz hem yönetici tarafını… Şu anda kafası karışık gençlerimize neler önerirsiniz? İnsanlar neden İstanbul Ticaret Üniversitesi’ni tercih etmeli?

Ona da geleyim… Ama bir önceki sorunuza cevaben şunu söyleyeyim… Türkiye’de şu anda 8 milyonun üzerinde üniversite öğrencisi var. Bunun anlamı şu… 4 yıl sonra bizim 8 milyonluk daha üniversite mezunumuz olacak… Nitelikli çalışan açısından evet bu iyi bir şey… Ama sizin ülke olarak üretim ekonomisine dayalı bir yapınız varsa bu gençlerin hepsinin istihdam alanları kendiliğinden oluşur. Hepsi kendisine bir istihdam alanı bulacaktır. Fakat sadece hizmet sektörüne dayalı bir yapınız varsa bir yerde tıkanır… Lise mezunlarının yapması gereken işlerde ara eleman olarak kalırlar…

Öğrencinin de fark yaratma adına çabası yok mu?

Onu da söyleyeceğim. İşte bu kalabalık içerisinde ilk başta vurgu yaptığım noktalardan birisi rekabettir. Yani ülke içi ve ülke dışında üniversitelerin rekabeti gibi insanların da rekabet etmesi gerekir. Nitelikli işgücü oluşturmak ve fark yaratmak gerekiyor. Yani bugün yurt dışındaki üniversitelerde de görüyoruz. Türkiye’de de bu trend yayıldı. Bir üniversite mezunu kendisini sadece orada bırakmıyor. Yani bir dili akıcı bir şekilde öğreniyor. İkinci olarak sertifika programları çok yaygın. Uydurma sertifikalar değil. Kurumsal kimliği olan, resmi bir altyapısı olan üniversitelerin verdiği sertifika programları da bir fark oluşturuyor öğrencide… CV’sine baktığınızda zaman bomboş bir CV görebilirsiniz. Şu liseden, şu üniversiteden mezun olmuş; o kadar… Ama bazen bir başvuru oluyor 7-8 sertifikayı ekliyor CV’nin arkasına… Bazıları bir haftalık, 15 günlük programlar… Bu en azından bir gayreti gösteriyor. Bu öğrenci bir şeyler yapmaya çalışmış. Ve o enerjisi varsa iş hayatının içinde de o enerjiyi devam ettireceğini ümit ediyorsunuz.

İstanbul Ticaret Üniversitesi’ni öğrenciler neden tercih etsin? Mezun olan öğrencilerinize İstanbul Ticaret Odası’nın ne gibi katkıları var? Yeni kayıt yapan öğrencilere ne gibi önerilerde bulunursunuz?

 

Bizim üniversitemiz İstanbul Ticaret Odası’nın bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında kurmuş olduğu bir üniversite… Bir vakıf üniversitesi… İTO’nun Sosyal Hizmetler ve Eğitim Vakfı tarafından üniversitemiz oluşturulmuş. 2001 yılına dayanıyor… Yaklaşık 400 bin civarında üyesi olan devasa bir kuruma dayanıyor üniversite… Ekonomik olarak çok güçlü… Bu bizim için diğer birçok üniversite ile kıyas edilmeyecek büyük bir avantaj oluşturuyor. Biz göğsümüzü gere gere “Vakıf üniversitesiyiz” diyebiliyoruz. Kültürümüzde vakıf hep vardır. Dayanağını da hayır amaçlı olarak topluma katkı sağlamak için kurulmaktan almaktadır. Burası neden gerçek anlamıyla vakıf üniversitesi? Çünkü öğrencilerinin yüzde 50’sinden fazlası öğrenci bursu alıyor bir şekilde… ÖSYM bursundan başlıyor başarı bursuna kadar devam ediyor. Geçen yıl itibariyle öğrencilerimizin yüzde 58’i burs ve indirim aldı. Vakıf üstüne düşenin fazlasını yapmış. İTO buraya başvuran öğrencilerimize yüzde 20 indirim yapıyor. Bu müthiş bir destek. Bunun dışında başarıyı her fırsatta kurum içerisinde ödüllendirmeye çalışıyoruz. Öğrencilerimizin belirli not ortalamalarını tutturmaları halinde yüzde 100’e kadar burs imkanı sağlıyoruz. Sporcu bursları var. En son bakanlık ile yaptığımız bir protokol ile engelliler için olimpiyatlara giden öğrencilerimize burs verme taahhüdünde bulunuyoruz. Şu anda imkan olan her konuda burs sağlıyoruz. 800 yabancı öğrencimiz var. 400’ü burslu…

Genelde hangi ülkelerden?

Çin’den başlayayım… Özellikle Uygur bölgesi… Kazakistan, Rusya Federasyonu, Türkmenistan, Afganistan, Afrika’nın neredeyse her ülkesi… Balkanlar… Yakın coğrafyadan 50’ye yakın ülkeden 800 öğrencimiz var.

Hangi fakülteleri tercih ediyorlar?

Mühendisliğe rağbet var. Hukuk ve İşletme alanına yönelim çok. Uluslararası ticareti de katabilirim. Programlarımıza yoğun bir talep var. Doluluk yüzde 94... Yüksek lisans ve doktorada işletme alanında özel bir ilgi var. Türkiye’de iktisadın biraz trendi düşmüştür. Ama yabancı ülkelerden bu alanda da çok talep var.

Dönem dönem popüler mesleki gruplar var değil mi?

Benim dönemim iktisattı mesela… Bilgisayar mühendisliği sonra…  Bir de şunu söylemek gerekir. Vakıf üniversitesi geleneği dolayısıyla öğrenci sayısıyla öğretim üyesi sayısı arasındaki denge son derece iyi… 300’ün üzerinde öğretim elemanımız var. Aktif öğrenci sayımız 7000 civarında. Yüzde 94 doluluk sağladık. Bu yıl bunu daha da arttıracağız.

Öğrencilerin iş bulma konusunda İTO ile iş birliğiniz var. Bu bir artı diyebilir miyiz?

Tabiki… Öğrencilerimizden şu an yaklaşık 100 kadarı üniversitenin içerisinde staj görüyor. Birimlerimiz içerisinde beraber koşturuyorlar. Bu bir başlangıç. Ama asıl mesele kariyer planlama merkezimiz var. Kariyer planlama merkezimiz üzerinden staj için başvurup da açıkta kalan öğrencimiz olmuyor… İTO’nun 81 Meslek Komitesi var. Bu büyük bir hazine. Staj için bu komitelerle irtibat halindeyiz. Onun dışında orayla da sınırlı kalmıyoruz.

İş bulma anlamında 1-0 önde başlıyorsunuz…

Evet… İyi bir avantaj. Bununla da sınırlı kalmıyoruz. THY dahil bakanlıklara kadar tüm imkanları zorluyoruz. Birçok yerden öğrencilerimize staj yakalamanın yollarını arıyoruz. Bunu da başarıyoruz diyebilirim.

Öğrenci kulüpleri hakkında bilgi verebilir misiniz?

Az önce vurgu yaptım ya öğrencilerde idealizmin genel anlamda düştüğünü ama istisnai öğrenci kitlesinin olduğunu söylemiştim. O istisnai kitleyi ben burada görüyorum. Yani 50’nin üzerinde kulübümüz var şu anda. Kulüplerin bizim dönemimizi çok çok aşan faaliyetleri var. Bir örnek vermek istiyorum. Geçen yıl hukuk topluluklarından birisi meclis simülasyonu yapacağız diye geldiler. O öğrencilerimizin ne yapmak istediklerini dinledim. Bunun yarısını bile yapsalar iyi bir hayal kuruyorlar. Bu hayali destekleyelim dedik. Öğrencilerimizle birlikte ben de gittim salona. TBMM simülasyonu yaptılar. Her partinin temsilcileri var. A Partisi, B Partisi şeklinde… Muhteşem bir sunumla salon ağzına kadar doldu. Organizasyonu yüzlerinin akıyla bitirdiler. Bu yıl işletme kulüplerinden birisi, “Hocam şöyle bir düşüncemiz var” dediler. Maliyeti sordum. Sormak zorundayım. Dediler ki, “Hocam biz şu kadar sponsor desteği bulduk. Üniversitemize maliyeti sıfır…”. Şimdi bu tür şeyler insana moral de veriyor. Kulüplerimizin ne kadar girişimci ve başarılı olduğunu gösteriyor. Mevcut öğrenci profili bizim dönemlerimizi aşmış halde.

Ama o günkü Türkiye kalitesi, kaynakları, yönetim, anlayış çok farklıydı. Ama bugünkü sorgulayan jenerasyonun ayarını kaçırmamak kaydıyla çok iyi olduğunu düşünüyorum.

Öğrencilerimize vereceğiniz diğer mesajları da almak isteriz… 3 altın öğüdünüzü rica ediyorum. Baba olarak, rektör olarak, hukuk insanı olarak, abi olarak…. 3 altın öğüt nedir?

Birincisi Konfiçyus’tan söyleyeyim… "Derin kuyu yoktur; kısa ip vardır…" Bunun anlamı şu… Aşılamayacak hiçbir engel yoktur. Fakat elimizdeki gayretimiz ve emeğimiz bunu belirleyecektir. Birincisi bu… İkincisini bir ayetle söylemek isterim. "İnsanoğlu için çalıştığından başka hiçbir şey yoktur…" Bu da bir ayet… Üçüncü olarak bütün bu emek, çalışma, gayret her şey çok güzel. Ama dostlarınız ve aileniz yoksa bunun anlamı çok fazla kalmıyor. Buna özellikle vurgu yapmak isterim…

Aidiyet duygumuzun hep yüksek olması gerekiyor. Dünyalı olurken kendi örf, adet, geleneklerimizi bilerek dünyalı olmalıyız.

Kesinlikle öyle… Dünyanın en zengini olabilirsiniz. Ama yalnızsanız anlamsız… Dünyanın en güçlü konumunda olabilirsiniz. Ama yalnızsanız yine anlamsız. Dostlarınız, çevreniz güzelse bu hayat çok anlamlı ve keyifli oluyor.

Peki bir hukuk adamı ve rektör olarak gençler için en önemli olan şey özgürlük kavramını siz nasıl açıklarsınız?

Özgürlük insan olmanın ve birey olmanın ön şartı… Özgür olması halinde insanın hür düşüncesi gelişebilir. İnsan kendisini hür hissettiğinde gelişebilir, ilerleyebilir. Bir saksının içine hapsettiğiniz bonzai bitkisi nasıl kalıyor? O özgür değil çünkü. Ama bir çınar kendi atmosferi içerisinde sınırsız bir şekilde büyüyor; yetişiyor. Buna benzetiyorum. Bakın dalların aşağıdan fotoğraflarını çekiyorlar. Bütün ormanda dalların hiçbir tanesi birbirine değmez… Hiçbir ağaç, diğer ağacın içerisine geçmez. Gökyüzüne yükseldikleri noktada birbirlerine saygı gösterdikleri bir alan vardır. İnsanoğlu için de bu önemli bir örnek. İnsan türü için önemli bir örnek… Diğerlerinin özgürlük alanlarına müdahale etmemek gerekiyor. Özgürlük kavramını insanlar şöyle düşünüyor. Özgürlüğe dayalı korkunç bir özgüvenim olabilir. Ama bu özgüven küstahlığa dönüşürse hiçbir işe yaramaz. Aslında özgür düşünelim ama sınırlarımızı da bilelim.

Bu kadar yıl bilgi birikiminiz var. Bugün Milli Eğitim Bakanı olsanız… Bu ülkede değiştireceğiniz 3 şeyi söyleyebilir misiniz?

Ben çok radikal şeyler söyleyeceğim ama… Milli Eğitim; ilkokul, orta okul ve liseyi kapsıyor malum. Ben ilkokul çocuklarının ilk üç yılının yalnızca ana dili geliştirme ve basit matematik işlemlerinden olmasını arzu ediyorum. Ama bu çocuğun ateş yakmayı, ateşi söndürmeyi, yumurta kırmayı, aç kalmamayı, doğadaki belirli bitkileri tanımayı, ağacın ne olduğunu, gökyüzünün ne olduğunu, yıldızın, ayın ne olduğunu; yani kendisini tanıyabilmek için evreni tanıması gerektiğini düşünüyorum. Emin olun bunun ötesinde öğretilen birçok şey çocuk için yük… Kendisini tanımayan insan sonraki dönemlerin hiçbirisinde özüne dönemiyor. Bir insan 30-40 yaşına gelip bir yumurtayı kıramıyorsa bence burada bir eksiklik var. Bizim çocukluk yıllarımızda hatırlar mısınız ilk okul derslerinde dikiş dikmeyi bile öğretirlerdi. Kartondan küçük bir kutu yapmayı öğretirlerdi. Yani bunun insanın analitik düşüncesinin gelişmesine, motor yeteneklerinin; el ve beyin arasındaki uyumun sağlanmasına; ruhsal ve psikolojik sağlığının gelişmesine çok büyük katkılarının olduğunu düşünüyorum. İlk buradan başlardım. Özellikle ilk okul ve lise döneminde beden eğitimi derslerinin yerli yerinde olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü beden sağlığı; akıl ve ruh sağlığı ile paralel giden bir şey… Bunun dışında yeteneklerine göre öğrencilerine ayırmak isterdim. Herkes bunu söylüyor ama eksikliğimiz var bu konuda… Öğrencilerimize lise 2’de diyoruz ki; “Sözelci misin; sayısalcı mısın?”… İyi de bu çocuk kendisini henüz fark edebilecek durumda değil ki… Bir de bunu söylediğimiz zaman gelenekçi düşünülebilir ama bir çiçeğin doğal ortamında yetişmesi kadar doğal olan şey; bir insanın aile içerisinde yetişmesidir. Yani bir aile bir çiçek için saksı veya ormandaki çınarın zeminidir. Yani orada ilk temel bilgileri, görgüyü, tehlikeyi, iyiliği, kötülüğü, genel ahlak algılarını çocuk aile içerisinde öğrenir. Aileyle ile teması kopartacak çok şey var. Babalar, anneler çocuklarına kültürlerini aktaramıyor. Yani yaşamış oldukları 30-40-50 yıllık tecrübeleri çocuklarına aktaracak zamanları yok.

Zamanları mı yok; işlerine mi gelmiyor? Paranın her şeyi çözebileceğini düşünen beyin yapısı bu işi çözer mi?

Ben zaten kinayeli söyledim bunu… Aynısını düşünüyorum. Çocukların da zamanı yok. İronik olarak söylüyorum bunu. Derslerinden geliyorlar ve doğrudan bilgisayarlar, oyunlar, cep telefonlarına boğuluyorlar. Çocukların da zamanı yok. Ailelerinden bir şeyler almaya ihtiyaçları olduğunu da düşünmüyor çocuklar. Ben bunu kendim için söylemiyorum. Kendi ailemde şöyle bir geleneği sürdürüyorum. Ya kahvaltıda ya akşam yemeğinde istisnasız ailem buluşur. Bu istisnasızdır. Çünkü oradaki 15-20 dakikalık temas bile son derece önemli. Benim tanıdığım birçok aile var. Emin olun ki evlerinde 1 ay boyunca sofra kurulmamıştır. Ama bunu yaptığınız anda çocukla zaten temas kurmuş oluyorsunuz. Bir aralar çok konuşuldu. Bir asistan kızımızı odasında öldürdüler. Onun üzerine konuşulan konu var… Bizim yıllardır söylediğimiz şey aynı aslında. İnsan olmayı başarmadıktan sonra bir mühendis olmanın, hakim olmanın, doktor olmanın çok bir esprisi kalmıyor. İnsan olmak ailede başlıyor ve sosyal imkanlarla devam ediyor. Bunu çok önemsiyorum açıkçası…

Son olarak, İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin mottosu nedir?

İş dünyasının üniversitesi…

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Şunu söyleyebilirim. Bizim hem Erasmus kapmasında anlaşmalarımız var; hem de bundan daha fazla yurt dışındaki üniversitelerle protokollerimiz var. Bu protokoller kapsamında öğrencilerimizin yurt dışında okumalarını istiyoruz. Şu anda doğu Avrupa ve batı Avrupa’da 70’in üzerinde üniversite ile protokolümüz var. Bu üniversitelerde öğrencilerimiz 1 yıl okuma şansına sahipler. Erasmus’ta 30’un üzerinde protokolümüz var. Bu anlaşmalarla hoca değişimi yapabiliyoruz. Öğrencilerimiz isterlerse 1 hafta kalabiliyorlar. Erasmus kapsamında derslerini saydırmayı başarabiliyorsak öğrencilerimiz isterlerse 1 yıl gidip orada okuyabiliyorlar.