Ekonomi 22.08.2019 08:30

Ticaret savaşları ve küresel sistemin geleceği

Ticaret savaşları gündeminin Washington ve Pekin'de "devlet politikası" olarak benimsenmesi, uzun vadede ABD ve Çin etrafında kümelenen siyasi ve ekonomik güçlerin ortak çıkarlarını koruduğu kamplaşmaları gündeme getirebilir.
Ticaret savaşları ve küresel sistemin geleceği

ABD ile Çin arasındaki 2008 küresel finans krizinin sonrasında şiddeti giderek artan bir şekilde devam eden ticaret savaşları, artık teknik detaylar arasına gizlenmiş adımlarla değil, açıktan verilen siyasi mesajlar ve meydan okumalarla ilerliyor.

Pekin ve Washington yönetimleri, karşılıklı olarak çokuluslu şirketlerin hedef alınmasına varan yeni-korumacılık eylemlerini devreye alırlarken özellikle yüksek teknolojili sektörlerde rekabet avantajlarını birbirlerine kaptırmamak için canhıraş bir mücadele içindeler. Finansal piyasalardaki aktörler ve uluslararası yatırım fonları için küresel ticaret ve teknoloji savaşlarının kısa vadeli sonuçlarını öngörüp buna bağlı yatırım tercihleri yapmak o kadar zor değil. Ancak ticaret ve teknoloji savaşlarının on yıllara yayılan uzun bir dönemde devam etmesinin küresel değer zincirleri, üretim ağları, bölgesel havzalar ve gerek kamu gerekse özel sektörün karar alma yapıları üzerinde ne tür zararlar oluşturabileceği henüz netleşmiş değil.

Ortaya çıkan yeni şartlar, uluslararası sistemin bazı açılardan Soğuk Savaş’ı andıran, ancak piyasa aktörleri ve üretici kesimler açısından çok daha tehlikeli ve rahatsız edici bir siyasi ve ekonomik ayrışma sürecine gittiğini gösteriyor. Oluşan yeni küresel sistemin “G-2” olarak anılan iki süper gücü ABD ve Çin arasındaki ticaret ve teknoloji savaşlarının konjonktürel bir gelişme olmaktan çıkıp uzun vadeli bir stratejiye dönüşmesi, ekonomiye devlet müdahaleciliğini artırma ve üç parçalı yeni bir uluslararası yapı ortaya çıkarma potansiyeli taşıyor. Şu an ticaret savaşlarına liderlik eden aktörlerin pek hesaplamadıkları süreçler ABD, Çin ve Avrupa (Eski Dünya) liderliğinde kendi içinde karşılıklı bağımlılık yüzdeleri yüksek, ancak diğer taraflarla ilişkileri sınırlı üç ayrı kampın ortaya çıkmasına yol açabilir. Yükselen güçlerin ve bölgesel aktörlerin de kendilerine bir yol çizerek ekonomik yapılarını bu kamplardan birine entegre olacak şekilde yönlendirmeye çalışmalarının verimlilik, kârlılık, fiyat düzeyleri, yeni teknolojiler ve küresel rekabet açısından birçok olumsuz sonuçları ortaya çıkabilir. İkinci bir senaryo olarak, ABD ve Çin yönetimleri iddialı oldukları sektörlerde birbirlerinden tarifeler ve rekabet politikası bağlamında belli tavizler kopardıktan sonra görece liberal uluslararası ticaret sisteminin işlemeye devam etmesine razı olabilirler.

Tarihi örnekler
Tarihi tecrübelere şöyle bir göz attığımızda dış politika, dış ticaret politikası, ulusal güvenlik ve askeri üstünlük doktrinleri arasında geleneksel olarak güçlü bir ilişki olduğunu görmek zor değil. Roma’nın güvenli tahıl tedariki için Mısır’ı işgal etmesinden, Büyük Britanya’nın pamuk üretimini kontrol etmek üzere Doğu Hindistan Kumpanyası’nı kurmasına varan geniş bir yelpazede dış politika ve güvenlik stratejilerinin ticari çıkarlar üzerinden kurgulandığını gösteren onlarca örnek vermek mümkün.

Merkantilizmin zamana ve zemine göre değişen korumacılık önlemleri üzerinden siyasi ve ekonomik aktörleri birbirine bağlayan başat bir yaklaşım olarak gelişmesi de bu stratejilerin daha sistematik biçimde ifade edilmesine zemin hazırlamış bulunuyor. 1930’larda ve 1970’lerde yükselen korumacılık dalgalarının dünya ekonomisindeki büyüme dinamiklerine ve çokuluslu sermayenin gelişimine darbe vurduğu da biliniyor. Ancak günümüzün siyasi karar vericileri ve piyasa aktörlerinin deneyimleri açısından altı çizilmesi gereken bir faktör, ABD-Çin arasında süregiden ikili ticaret savaşlarına benzer bir sürecin en son otuz yıl önce, 1980’lerin yükselen ekonomik gücü Japonya ile ABD arasında yaşandığı gerçeği. Doğu Asya’da korumacı politikalar eşliğinde başlayan ve "Japon mucizesi" olarak adlandırılan hızlı kalkınma hamlesi, uluslararası rekabette Japon firmalarını öne çıkarıp Washington tarafından bir stratejik tehdit olarak algılandığında da bugünküne benzer süreçler yaşanmıştı.

Japonya menşeli otomobiller, elektronik cihazlar ve diğer tüketim ürünleri ABD piyasasını işgal edip çokuluslu Japon şirketleri büyük çaplı satın almalara giriştiklerinde birçok cephede bir karşı saldırı başlatılmıştı. ABD’li siyaset bilimciler, Japonların “küresel egemenlik” niyetlerini sorgulayan kitaplar yazmış, sivil toplum kuruluşları Amerikan şirketlerinin ve Rockefeller binası gibi sembolik yapıların Japon firmalarına satışına karşı çıkmış, sendikalar Japon otomobillerinin parçalanmasına yönelik kampanyalar başlatmış, FBI Japon elektronik firmalarına karşı sanayi casusluğu davaları açmış, Hollywood da Japon imajını kötüleyen filmler üretmeye başlamıştı. Bütün bu girişimler günümüzde Çin’in küresel yükselişine karşı başlatılan çok boyutlu psikolojik, siyasi, kültürel ve ekonomik operasyonları çağrıştıran özellikler taşıyordu elbette. Ancak küresel sistemle ilgili gelecek projeksiyonları açısından ABD’nin Japonya ve Çin’le yaşadığı ticaret ve teknoloji savaşlarını birbirinden farklı kılan çok önemli yapısal unsurlar da bulunuyor.

Bir defa, Washington yönetiminin Japonya ile yaşadığı ticaret savaşları on yıl kadar sürmüş, ulusal güvenlik ve jeostratejik planlamaları açısından tamamen ABD’ye bağımlı olan Japon karar vericiler nihayet köşeye sıkıştırıldığında sona erdirilmişti. 1988’de yapılan Plaza Anlaşmasıyla Japon yeninin bilinçli olarak değerinin düşürülmesi engellenmiş ve rekabetçi Japon mallarının uygun fiyatlarla ABD piyasalarına girişi kontrol altına alınabilmişti.

Ancak Japonya’dan farklı olarak Çin, hâlihazırda dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve yüz milyonlarca kişinin orta sınıflara katılmasıyla sürekli büyüyen muazzam bir iç pazara sahip. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’li uzmanların yazdığı bir anayasayla yönetilen ve hem demokratikleşme hem de serbest piyasa ekonomisi anlamında ciddi modernleşme süreçlerinden geçen Japonya’dan farklı olarak Çin, Komünist Parti’nin merkezî ve hiyerarşik yönetimini sürdürdüğü bir siyasi yapıya sahip. Ekonomik alanda da büyük çaplı devlet şirketlerinin ve özel görünümlü çokuluslu şirketlerin yine Komünist Parti ile dirsek teması içinde uluslararası stratejilerini belirledikleri bir “siyasi kapitalizm” modeli uyguluyor. Son olarak, özellikle genç jenerasyonların Batılı kültür normlarından ve medya temsillerinden ciddi olarak etkilendikleri Japon ve Güney Kore toplumlarının aksine, sosyal hayatı modernleşen Çin toplumu, kültürel olarak Batı dünyasının etkilerinden çok daha izole ve kontrollü bir alanda yaşamaya devam ediyor. Bu yüzden, Hollywood ya da küresel iletişim mecraları üzerinden başlatılan algı operasyonlarının Çin’deki Komünist Parti yönetimini sosyal baskı altına sokup ekonomik reformlara zorlama ihtimali pek yok. Bu da Trump yönetiminin ticaret ve teknoloji savaşlarını daha geniş bir alana yaygınlaştırarak siyasi ve kültürel baskı mekanizmaları üretme noktasında ellerini zayıflatıyor.

Muhtemel senaryolar
Yazının başında vurguladığımız gelecek senaryolarına dönecek olursak, ticaret savaşları gündeminin Washington ve Pekin’de “devlet politikası” olarak benimsenmesi, uzun vadede ABD ve Çin etrafında kümelenen siyasi ve ekonomik güçlerin ortak çıkarlarını koruduğu kamplaşmaları gündeme getirebilir. Bu iki kampa, zayıflayan bir Avrupa Birliği içinde başlarının çaresine bakmak durumunda olan Avrupalı güçler ve Brexit sürecinden mümkün olan en az hasarla çıkıp kendisine yeni bir küresel rol biçmeye çalışan İngiltere’yi de eklemek gerekir. Ancak kısa vadede ABD yönetiminin Çin’in “küresel niyetleriyle” ilgili son derece güçlü şüpheleri olsa da, ticaret ve teknoloji savaşlarını sona erdirecek bir uzlaşmayı empoze edecek araçları mevcut değil. Bu bağlamda piyasa aktörlerinin ve her iki ülkede önemli yatırımları olan çokuluslu şirketlerin ümit ettikleri ideal senaryo, ABD ve Çin’deki siyasi karar alıcıların her ne kadar kendilerini tatmin etmese de, fazla yıpranmamak adına bir noktada buluşup geçici ateşkes ilan etmeleri.

Zira ticaret savaşlarının tarihi, bize bu savaşların ani süvari saldırılarıyla ilerleyen bir defalık çatışmalar olmadığını; aksine, tarafların sabrını test eden ve enerjilerini tüketen siper savaşlarına benzediğini gösteriyor. Ticaret savaşlarına taraf olan tüm ülkeler bir miktar ekonomik kazanç ve refah kaybına uğrarken, bir tarafın kesin olarak zafer ilan edebilmesi de çoğu zaman mümkün olmaz. Ticaret savaşlarından uzun vadede galip çıkan ülkeler de yönetimlerin siyasi meşruiyetlerini en zor şartlarda bile koruyabildikleri, toplumların da sosyal ve ekonomik zorluklara dayanma eşiklerinin en yüksek olduğu ülkelerdir. Bu bağlamda dünyanın en büyük ekonomisi, en cazip pazarı, nitelikli insan sermayesi ve finansal güç anlamında en kapsamlı ulusal kapasiteye sahip aktörü olarak ABD’nin ticaret ve teknoloji savaşlarında sahip olduğu yapısal avantajlar kadar, önemli dezavantajlardan da bahsedilebilir.

Örneğin ABD’deki yönetişim modelinde ekonomik verilerin piyasa kuralları gereği şeffaf olmasının, Çin gibi bilgi paylaşımında daha kontrollü olan rakiplerine ticaret savaşlarında ciddi bir “çoklu-hedef” avantajı sağladığı ortada. Zira misilleme yapılacak alanları tespit etmek için gerekli olan teknik bilgilere ve veri havuzlarına ulaşmak daha kolay. Ayrıca daha otoriter ve yekpare bir siyasi yapı içinde yönetimde birlik ve devamlılık sağlayabilen Pekin’e karşı, Başkanlık ve Kongre seçimleri gibi demokratik süreçlerle siyasi meşruiyetini sürekli tazelemek zorunda olan ABD yönetiminin ticaret savaşlarını uzun vadede bir devlet projesi olarak taşıması da teorik olarak daha zor. Ancak Başkan Trump bir kez daha seçilmeyi başarırsa en azından kendi görev süresi boyunca bu gündemi derinleştirip ileriye taşımaya çalışacağından emin olabiliriz. Dolayısıyla ticaret ve teknoloji savaşlarının orta vadedeki geleceğini büyük ölçüde ABD ve Çin ekonomilerinin bu süreçlerden makro düzeyde ne ölçüde etkilenecekleri ve kilit karar vericilerin siyaset sahnesindeki gelecekleri belirleyecek.