Tam kuvvetiyle esen yönden yani Türkiye-Mısır normalleşme sürecinden başlayalım.
Bu hafta bölgede yine normalleşme rüzgarları esti. Kimi zaman tam kuvvetiyle, kimi zaman kesik kesik, soluğu tam yetmezmişçesine. Tam kuvvetiyle esen yönden yani Türkiye-Mısır normalleşme sürecinden başlayalım.
Hızlandırıcı unsurlar var
Ankara-Kahire ekseninde normalleşmenin hız kazanmasını bekliyorduk. Sadece sinyalleri Katar’da düzenlenen Dünya Kupası esnasında üst düzey yetkililer tarafından verildiği için değil, bölgesel dinamikler ve özellikle Mısır’ın içinde bulunduğu durum bu tür bir normalleşmeyi kolaylaştırdığından. Bilindiği gibi Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaklaşık bir yıldır çok yönlü normalleşmeler mevcut. Böylece bölge ülkeleri 2011 Arap Baharı sonrasında açılan bölgesel mücadele parantezini kapatmak istediklerini duyuruyorlar. Mısır özelinde, 2011 Arap Baharı Rejimin en büyük rakiplerinden birini, Müslüman Kardeşler hareketini sadece Mısır’da değil, Akdeniz-Levant hattında iktidara taşıyabilirdi ve bölgenin jeopolitiği değişirdi. Bu olmadı, bahar Arap sokaklarının elinden çalındı, yutuldu, ezildi. Bu yutulma, çalınma, ezilme esnasında Müslüman Kardeşler de sadece Mısır’da değil, tüm bölgede jeopolitik olarak kaybettiler. Siyasi ve sosyolojik kayıpları bir gün telafi edilebilir mi diye tartışabiliriz ama jeopolitik kaybın sicillerine işlendiği bir gerçek. Bu nedenle Mısır’da rejim şimdilik rahat bir soluk alabilirdi -ama işte durum öyle de olmadı. Zira bölgede 2013-2021 sürecinde yaşananlar ne sokaklarla ne de kaybetmeme mücadelesi veren ama kaybetmeye yazgılı Müslüman Kardeşler hareketiyle ilgiliydi. Mesele 2011-2021 arasında bölgede güçten düşen ve güçlenen aktörlerin bölgesel jeopolitiği etkileme, küresel güçlere yeni güç pozisyonlarını ve statülerini kabul ettirme meselesiydi. Ve bu mücadelede Mısır- Arap dünyasının en önemli ülkelerinden biri, Arap mega-anlatısının kalbi, süreci güçlenerek kapatamadı. Bugün Mısır’ın içinde bulunduğu ekonomik darboğaz ve Kahire’ye yardımların Mursi sonrası Mısır’ı inşa eden merkezlerden istenilen hızla gelmemesi bu süreci güçlenerek kapatamama halini gözler önüne seriyor.
Doğu Akdeniz’i etkileyenlerin kafası karışık
Tabi bu durumun tek müsebbibi Kahire değil. Mursi sonrası Mısır’ı ve Mısır’ın içinde bulunduğu Doğu Akdeniz’deki ekseni destekleyen Avrupalılar, ABD, İsrail ve Körfez’in ihtiraslı ülkeleri bugün kendi gündemlerinin peşinden koşturuyorlar. En trajik durumda olan Avrupalılar, zira kendilerini Kiev ve Beijing arasında kaybettiler. Brüksel’deki AB Bürokrasisi de 2016-2021 arasında zirve kararlarının merkezine oturttuğu Doğu Akdeniz’i unuttu, tüm enerjisini büyük güç mücadelesinin odakları Rusya, ABD, Çin konusunda aynı fikirde olmayan AB üyelerini aynı politika etrafında toplamaya verdi. İkinci odak noktası ise Avrupa ekonomisinin küresel rekabette ABD karşısında kayıplarının nasıl telafi edileceği-ki bu noktada kimse bölgesel düşünmüyor, Avrupa’da herkes AB’nin Rusya ve Çin politikasını merkeze alıyor ve konuşuyor. Washington’da ayrı konuşuluyor, Brüksel’de ayrı konuşuluyor, Beijing’de ayrı konuşuluyor, Putin ile telefonda- eğer Rusya devlet başkanı ahizeyi kaldırırsa- ayrı konuşuluyor, gönülden geçenlerle gerçekler arasındaki fark bu konuşmalar neticesinde daha da ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Avrupa Ukrayna Savaşının yarattığı karmaşa ve kafa karışıklığının ötesinde yakın çevresine bakabilecek durumda değil. Elbette Doğu Akdeniz, Levant ve Kuzey Afrika’da Avrupalı şirketler her zamanki gibi iş yapıyor ama bu iş yapma hali Brüksel’de stratejik bir karşılık şimdilik bulmuyor, -Avrupalılar Zelenski’ye alkış tutmak ve Şi’yi kızdırmamak silsilesi arasında kaybolmuşken- bulamıyor. Bu durumun farkında olan Atina bile Türkiye ile tırmanmayı yavaşlatma, tansiyonu kontrol altına alma politikasını izlemeye başladı. Sanki ABD ve Türkiye arasında yaşanan problemlerde Atina kendisinin hiç dahli yokmuş gibi takılıyor. Gerçi Sezar’ın hakkını Sezar’a, ABD’nin hakkını ABD’ye vermek gerek: Türkiye ile zarar kontrol sürecini çok kötü yönetti Washington.
Washington- Tel-Aviv-Riyad
Bu kötü yönetişimin perde gerisinde ABD-Türkiye ikili ilişkilerinin kendi dinamiklerinden kaynaklanan nedenler de var, ama ABD’nin Orta Doğu’ya ilgisini yitirmesi de bir faktör. Biden yönetiminin İran politikası sarpa sardığından beri (suçu Obama ve Trump’a da atabiliriz fark etmez) ABD Orta Doğu’da vekiller ve açık kapılar politikasını devam ettiriyor. Açık kapılar elbette üsler ve ABD’nin eski müttefikleriyle arada bir gerçekleştirdiği resmi, gayri resmi toplantılar. Kimi zaman Necef’te kimi zaman Akabe’de kimi zaman Doha’da “gitmedim, buralardayım, merak etmeyin hemen dönerim” deniyor. Bu haftanın önemli yakınlaşma haberi, Bahreyn-Katar normalleşmesinin de İran faktörü dışında temel etkileyicisiydi ABD. Ve Normalleşme haberleri gelir gelmez, NATO’nun Ortadoğu’daki NATO dışı yegâne iki müttefikini tebrik etmek, bu iki ülkenin NATO müttefikliğinin altını çizmek konusunda Washington elini çabuk tuttu. Ancak, ABD’nin bölgede müttefikleriyle ilgili ciddi sorunları var. Sorun artık ABD’nin inandırıcı olması, olmaması da değil (-ki inandırıcı bulan var mı acaba?), sorun 2011-2021 dönemini güçlenerek tamamlayan ABD müttefiklerinin artık kendi kanatlarıyla uçma arzusuna kapılması. Türkiye’nin 2016 sonrası politikası açıkça stratejik özerklik fikrinden besleniyordu ve bu konuda Ankara’nın ilişki ve kaynak çeşitlendirmesi üzerinden aldığı yolu kimse yadsıyamaz. Zaten bugün Kahire, Atina ve Tel Aviv gibi aktörleri Türkiye ile ilişkilerini gözden geçirmeye iten Ankara’nın Doğu Akdeniz’de kendisine karşı uygulanan caydırıcılığa karşı koyabilmesi, Irak-Suriye, Kıbrıs ve Libya’da varlığını farklı angajman stratejileri ile pekiştirmesiydi. İsrail, ABD’den ayrı bir hat çizebilse çizmek için yanıp tutuşuyor. Tel Aviv’in temel derdi İran (Suriye’de İran, Lübnan’da İran, Hizbullah ve Hamas ile İran, nükleerleşen İran filan) ve Biden yönetimi istemsiz bir şekilde Obama kadar “İrancı” bir başkan gibi gözüküyor. Üstelik bugün Tel Aviv’in elinde İran’ı durdurmak için çok bir seçenek yok, yani ABD’den ayrı bir hat çizmesi gidip İran’ı vurması anlamına gelmiyor, nükleer silahlarını daha görünür hale getirmesi anlamına gelebilir ama (ki bu konuda bazı işaretler yok değil). Böylece, Riyad’ın istediği bir mazeret, Allah verir iki mazeret durumuyla karşı karşıya kalırız. Kısaca, bugün Mısır, bir zamanlar büyük istekle arkasında duran aktörlerin başka başka ufuklara yelken açtığını görüyor.
Kahire’nin karşı karşıya kaldığı tablo
Bu da Kahire’yi şöyle bir tablo ile karşı karşıya bırakıyor.
1)- Bir yandan zamanında görünürde Ankara’nın, gizlice Tahran’ın ve Moskova’nın dengelenmesi için kurulan eksenler, stratejik amaçlarını ekonomik amaçlar, kâr amacı ile örtmeye çalışıyorlar. Ve Kahire’nin elindeki tüm enerji anlaşmaları ve kaynaklarına rağmen tek başına böyle bir ekonomik kazancı taraflar için üretmesi mümkün değil. Avrupa pazarına yönelik projeler Türkiye’yi dışarda bırakarak gerçekleşemiyor, ayrıca uzun vadede karlı da gözükmüyor. Bölgesel pazarın ortaya çıkması için de yine Türkiye’nin mutlaka enerji denklemine katılması gerekiyor. 2)- Kahire, iktisadi ve stratejik çeşitlendirme, hatta stratejik özerklik arzusu söz konusu olduğunda rakiplerin ve dostların çok gerisinde kaldığının farkında. Bir dönem sivil nükleer enerji işbirliği anlaşmaları yapma konusunda herkesin önünde koşmak isteyen bir aktördü Mısır. Şimdi, İran’ın gerisinde, BAE’nin gerisinde, Suudi Arabistan’ın gerisinde, Türkiye’nin gerisinde. Hayatta geçirmek konusunda direttiği ekonomik büyük projelerin, örneğin Rönesans Barajı’nın, yol açtığı sorunlar da malum. Sonuçta Kahire biran önce gönlünde yatan arzuları ve yapageldiği projeleri “kazan-kazan” zemininde tanımlayarak, yatırım ve sorun çözücüleri kendisine çekmek zorunda.3)- BAE Kuzey Afrika’dan tam anlamıyla çekilmedi ama hem İsrail-Türkiye, Türkiye-BAE normalleşmeleri hem de Riyad’ın Körfez ve ötesinde kendi gündemi ile güçlü bir aktör olarak ortaya çıkma isteği Türkiye-BAE rekabetinin ivme kaybetmesine neden oldu. Bu ortamda Avrupalılar da sahadan uzakken Libya’da Kahire, Ankara ile baş başa kaldığı gerçekliğini fark ediyor yani Libya’da Ankara’nın alan kaybetmediğini görüyor. Bu Ankara’nın angajman gücü ile Libya’nın yeniden yapılandırılmasında rol alması demek. Kahire, burada Türkiye ile işbirliği, işbirliği olmadı koordinasyon şansını teperse kendi alanını daraltabilir. 4)- Arap Dünyası’na seslenmenin belli hatları ve rotaları var. Bu hatlar ve rotalar Mısır için önemli. Arap Baharı bölgeyi bölmüşken bir taraf olma duygusu üzerinden Mısır bir yerlere seslenebiliyordu. Şimdi bölge bütünleşirken eski ve yeni bazı hatlar ortaya çıkıyor. Eski hat, her zaman Filistin davası idi. İsrail Netanyahu yönetimi altında güvenlikçi politikalarla, yerleşim-işgal normalleştirmesini çok görünür hale getirdiğinde birilerinin Arap Dünyası ve Müslüman Dünyası adına konuşması gerekiyor. Mısır, burada “seslenme kapasitesini” bir yandan Hizbullah üzerinden İran’a, körfez hattı üzerinden Suudi Arabistan’a ve “uluslararası normlar” üzerinden Türkiye’ye kaptırmış durumda. Yeni hat, bölgenin bir bütün haline gelmesi, Arap Dünyasının bir olması. Bu da ironik bir biçimde Suriye ile normalleşme tartışmalarını beraberinde getiriyor. Tunus bu tür bir Arap milliyetçiliğinin sinyalini verdi ama Tunus’un içinde bulunduğu durumu bilenler için asıl bakılması gereken hat Türkiye-İran-Rusya-Suriye hattı ile Riyad’ın arzusu Arap Birliği-Suriye hattında yaşanacaklar. Mısır, ilkinin dışında ve bu noktada zayıf bir Arap milliyetçiliği söylemi dışında bir şey söyleyemiyor, ikincisine de itirazı var- ve itiraz eden tek Arap ülkesi değil. Daha ötesi ikincisine ABD’nin itirazı olduğunu ve Washington’un yaptırım sopasının da devreye girebileceği unutulmamalı.
Bu dört noktanın Şükrü-Çavuşoğlu görüşmesinde iz bulması elbette tesadüf değil, bu dört noktanın çizdiği portrede Mısır’ın Ankara ile yakınlaşmayı, ilişkilerini normalleştirmeyi neden istediğini de görüyoruz. Yakın gelecekte tam normalleşme yolunda iki ülkenin somut adımlar atmaya devam etmesini bekleyebiliriz.