İnsanlar gibi şehirler de değişti. Değişen yaşam alışkanlıklarımız, şehirleri de dönüştürüyor.

İnsanlar gibi şehirler de değişti. Değişen yaşam alışkanlıklarımız, şehirleri de dönüştürüyor. Ve insan giderek bireyselleşip kendinden ve toplumdan uzaklaştıkça şehir de insandan uzaklaşıyor. Oysaki insanlık şehir yaşamına kolay erişmedi.

Toprağın işlenmesi ve tarımın yapılması ile küçük köylerden oluşan yerleşik hayat başladı. Yüzyıllar süren tarım toplumu ve toprak egemenliği, sanayi devrimi ile yerini sanayi ve makineye bıraktığında köyler de şehirlere dönüştü. Yatay yerleşim alışkanlığı dikey yerleşime, bahçeli evler apartmanlara dönüştü hızla.

Günümüzde yaşanan hızlı bilgi artışı, değişme, gelişme ve bilgi toplumuna geçiş süreci, insan ve şehir hayatını daha bir derinden etkiledi. Hızlanan iletişim ve ulaşım, şehir hayatını hızlandırırken kalabalığı yoğunlaştırmış ve insanları mantık olarak yakınlaştırmış ama duygu olarak uzaklaştırmıştır. Hızlanan hayatla birlikte mekânlar da boyut değiştirdi ve bilgi toplumunun ileri teknoloji ile donatılmış şehirleri, insanı ve onun değerlerini unutturdu adeta. Öyle ki aynı mekânları paylaşan insanlar, birbirlerinden habersiz. İnsanlar şehirlere, şehirler de insanlara benzemeye başladı.

İnsanların mantığı, duyguları ve sosyal yönü var, şehirlerin de öyle. Zekası (IQ) gelişmiş, matematik olarak yerleşik, sayılar bakımından düzgün bir şehrin, duygusal zekası (EQ) az gelişmiş ise şehirde estetik sorunlu, boyutlar sıkıcı, kendi içine çekilmiş, duygularını yaşayamayan bir insan görüntüsü hâkim olur. Dolayısıyla akıl gözü tek başına yeterli değil, gönül gözü de gerekli şehir için. Böylece şehirleri şehir yapan, yapıların arasında dolaşan ve görünmeyen duygulardır, tarihtir, estetiktir.

Nasıl ki bazı insanlar, bedenleri, jest ve mimikleri ile diğerlerine pozitif enerji verirler, şehirler de üst yapıları, alt yapıları ile kucak açarlar ya da soğuk dururlar.

DÜŞÜNEN İNSAN DÜŞÜNEN ŞEHİR

Bir insan duyar, düşünür, hisseder, dinler. Bir şehir de düşünür, dinler, hisseder aslında. Düşünün mesela İstanbul’u, düşlemez mi, düşünmez mi, hissetmez mi sizi? Yeşilköy sahilinde düşünür, Çamlıca sırtlarındaki ağaçların yaprak seslerini hisseder, Sultanahmet Camiinin estetiği matematikle birleştiren eşsizliğine hayran kalır, yıkılmaz bilinen surların yanında Ulubatlı Hasan canlanır da yaşlar süzülmez mi gözlerinizden?

Binlerce yıllık tarihin süzgecinden gelen esintileri hissedersiniz İstanbul’da. Yeter ki isteyin. Nitekim şehirler de ruh taşır insanlar gibi. Dokunulmaz, görünmez ama her ayrıntısında hissedilir bu ruh. Tek boyutlu, tek renkli yapılar yığınını aşamayan şehirler, ruhsuz kalır. Ruhsuz kalan her canlı gibi her türlü kirlilik gelişir, huzur kaybolur, servilerin sesi duyulmaz.

Uzun süre kaldığımız yabancı şehirler oldu. İdeale yakın bir rahatlık ve sistematik sağlanmış, metrolar dakika sektirmiyor ama bir şeyler eksikti. Yapay ışıklarla süslenen şehirde gönüller karanlık, mutsuz ve arayış içinde.

Şehir, bütün ayrıntılarıyla insanların duygularına, duygusallığına hitap etmeyi unutmamalıdır. Çünkü şehir de bir bütündür insan gibi. Üzerinde taşıdığı insanları yedirir, barındırır, korur. Bununla da kalmaz. Çünkü temel ihtiyaçlarımız arasında sevgi yer alır. Evet, şehir barındırdıklarına sevgi sunmalı, âşıklar yetiştirmeli bağrında, iyi hisseden kişilere mekân olmalı. Daha iyiye ulaşmaları için insanları zorlamalı, yarışmalı onlarla şehir. Küskünlere kucak açmalı, ötekiler için “biz” mekânı olabilmeli. Misafirlerini el üstünde tutabilmeli çünkü yaşayanlar misafirleridir şehirlerin.

YAŞATMAK VE YAŞAMAK

İnsanı diğerlerinden farklı kılan kişiliğidir. Şehirler de böyle. Hangi şehir bir diğerine benzer? İnsanı ayakta tutan kimliği, değerleri ve kişiliği gibi, şehirleri de ayakta tutan değerler vardır. Şehir, yüzyılların kişiliklerini, değerlerini, kültürünü, canlı ya da cansızlarını bağrında taşımanın zenginliği ile bir kimlik oluşturur. Ayasofya’nın bahçesinde, Mevlana’nın Türbesi’nde, Bodrum Kalesi’nde, Cirit Yaylası’nda, Yahya Çavuş’un düştüğü yerde, Anıtkabir’de... Bu kimliği görürüz.

Nitekim mekânlar, onları yaşayanları yansıtır ve mekânlar onları yaşayanlar kadar önemlidir. Dolayısıyla şehir; dengesiz, düzensiz, saldırgan, uyumsuz bir anti sosyal kişilik sergilememeli. Yaşatmayı, yaşamayı, yardımlaşmayı, uyumu körüklemeli.

Şehir, üstünde gördüklerimiz kadar altında hissettiklerimizle de bir bütündür. Çünkü Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” Yaşayanlar kadar ölülerin de mekânıdır ve ölülerle yaşayanları buluşturur şehirler. Ümit bahçelerinin yeşerdiği kapıları çok olmalı, buradan medeniyetin doruklarına çıkarabilmeli. Yolları, hayalleri zorlayan bir sonsuzluk ufku sağlayabilmeli, bir esenlik, bir rahatlık, bütün sıkıntılara rağmen bir derinlik ve huzur sunabilmelidir. Ve nihayet şehirler buluşma yeridir insanlar için varlığın hiçlik sınırlarında sonsuzluğa kanat çırpan kuşlar gibi.

Geçmişle geleceği buluşturan ve konuşturan iletişim kanallarıdır şehirler. Süleymaniye Camiinin avlusundaki Mimar Sinan türbesi, yeri ve konumu ile bir mesaj değil midir? Öz geleceği, öz geçmişinden habersiz olamaz şehirlerin. Şehir, gelişen medeniyetle birlikte şiddeti azaltmalı, ulaşım köprüleri kadar önemli olan diyalog köprüleri, her türlü anlaşmazlığı çözmeli, değilse ortak değerler bireyselleşir, sosyal çözülme kaçınılmaz olur. Saldırganlık içgüdüsü harekete geçer ve insanlar gelişmiş bir teknoloji içinde köylerini özlemeye başlarlar. Ya köylerine geri dönerler ya da şehirlerini köye çevirirler.

Yüzyılların tabii ve tarihi güzelliklerini gölgelemeye hiçbirimizin hakkı yok. İster yaşayanlar ister yönetenler fark etmez. Şehir kimliğini, gündelik kazanımlara heba edersek, şehir buna dayanamaz, bir gün hesap sorar, belki de taşıyamaz artık yükümüzü, keser iletişimini ve duymaz olur bizi. Nitekim yolu aşk durağından geçmemiş, sevgi denizinden nasibini almamış kişilerin yönettiği şehirler de sevgisiz, kişiliksiz, kimliksiz kalmış tarih boyunca.