AKIL VE KALBİN EVLİLİĞİ: MATURİDİLİK VE ANADOLU TASAVVUFU

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Türklerin kahir ekseriyeti Sünni – Hanefî – Mâturidi'dir. Maalesef, bugün sadece Hanefîliğin ismi kalmıştır. Maturidilik ise bilinmemektedir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife hem Fıkıh’ta (yani Medenî Hukuk’ta) hem de kelamda (İslam’ın inanca dair hükümlerinin belirlendiği Felsefe Disiplini) kurucu vasfa sahip büyük bir alimdir. Hanefi Mezhebi Fıkıh - Medeni Hukuk ekolü olarak insan aklına ve içtihada çok önemli bir yer verirken, Maturidilik ise Kader anlayışında insan bireyinin rolünü, imanda da sorgulamanın (yani dini bilerek iman etmenin) önemini vurgular.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI KENDİ GÖREVİNİ NE DERECE İFA ETMEKTEDİR?

Bugün baktığımızda Türkler arasında İslam büyük şehirlerin kasabalaşmış varoşlarında ve Anadolu’nun ücra kasabalarında hakim olan cemaat ve tarikatlar vesilesiyle öğrenilmektedir. Gariban vatandaş çocuğum dinini öğrensin, namuslu ve ahlaklı bir birey olarak yetişsin, biz ölünce arkamızdan Kur’an okuyabilsin diye çocuklarını ne idiği belirsiz cemaat yurtlarına ve Kur’an kurslarına yönlendirmektedir. Bu cemaatler Anadolu tasavvufu ile uzaktan yakından alakalı değildir. Cemaatler, genelde, kapalı kasaba toplumlarında alt yapısı oluşmuş ve kapitalist sistem içerisinde şirketleşmiş kayıt dışı dini görünümlü örgütlenmelerdir. Haliyle, cemaat yapıları sorgulamadan itaat, Allah’a değil cemaate teslimiyet, Peygamberi değil şeyhi/hocaefendiyi rehber kabul etmek üzerine kurulmuştur. Kur’an ölülere okunan ve anlaşılmayan Arapça bir kitaptan ibarettir. Dinin aslına dair, bu cemaat gruplarının bildikleri de şeyhin/hocaefendinin veya filanca ağabeyin söylediklerinden ibarettir. Anlatmaya gerek yok, genelde fakir fukaradan oluşan bu kitlelerin çocukları mürit olarak devşirilmekte, sadakalar geniş kitlelerden toplanmakta ve bazıları bu Orta Oyunundan zenginleşmektedir. Haliyle, bireyin özgürlüğünü, aklın üstünlüğünü ve iman ederken bile neye iman edeceğini sorgulamayı temel olarak kabul eden Hanefi ve Maturidi bir bakış açısını cemaatler kabul edemezler. Çünkü şirketimsi doğaları gereği, nakit akışları halkın cehaletine ve hurafelere bağlılığına bağlıdır. Biraz okuyan çizen, fikir yürüten Müslümanlar da, genel olarak geçen yazıda bahsettiğim “Peygambersiz İslam’a” özelde de Deizm’e yönelmektedirler.

Bu durumun bir sebebi de geniş imkânlarına rağmen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kur’an eğitimi başta olmak üzere, özellikle çocuklara yönelik dini eğitimdeki sosyal yükümlülüğünü tam anlamıyla yerine getirememesidir. Bu da meydanı cemaatlere bırakmak anlamına gelir. Cemaat ve tarikatlar Şeriat hükümlerini öğretemez, onların yolu tasavvuf yoludur, daha ötesine gitmemelidirler.

“Hocam, iyi de bu kadar ilahiyatçı var, Devletin koskoca Diyanet İşleri Kurumu var? Bir sen mi biliyorsun bu işleri?” Ben bir Hanefi – Maturidi Müslüman olarak inancımın gereğini söylüyorum, fetva falan da vermiyorum. Zaten Sayın Cumhurbaşkanı da, hem bu tür hurafelere dayalı çıkarcı gruplara hem de bunlara meydanı boş bırakan Diyanet İşleri’ne defalarca bu hususta eleştirilerini bildirdi. Kaldı ki, bir iktisatçı olarak da, cemaat adı altında tanınan örgütlenmelerin yol açtıkları kayıt dışı ekonomi ile bir kamu kuruluşu olan Diyanet İşleri’nin temel görevi olan sosyal hizmet üretimini gerçekleştirmemesi tam da benim konuma girer.

Ne demiştik? Kozmopolit, şehirli, okumuş ve varlıklı aile çocukları, daha çok, önce “Peygambersiz İslam’a” sonra Deizme yönelirken, azınlıkta kalmakla birlikte yine şehir gettolarında yaşayan umudunu kaybetmiş ve ezilen bir kısım Müslüman da “Kur’ansız İslama”, yani radikal Selefi akımlara girmektedir. IŞİD, El-Nusra, El Kaide ve Taliban gibi… Türk toplumunun kahir ekseriyeti ise cemaat yapıları dolayısıyla neye inandığını bilmeden bir tiyatronun gönüllü figüranı olmaktadır; yani, Geleneği Din kabul etmektedir. Pekiyi ben ne öneriyorum? Başlıkta yazdığımı: Aklın ve kalbin evliliği…  

HANEFİ – MATURİDİ GELENEĞİ: İSLAMIN AKLI

İmam-ı Azam Ebu Hanife Tâbiîn’in (Sahabeleri gören nesil) en gençlerinden, Tebe-yi Tabiînin (Sahabeleri görenleri gören nesil) de en yaşlılarındandır. İbrahim en-Nehâi ve Hammad bin Ebi Süleyman gibi Kûfe Fıkıh okulunun büyüklerinin ve İmam-ı Muhammed-i Bakır ve İmam-ı Cafer-i Sadık gibi Ehl-i Beyt imamlarının öğrencisidir. İmam-ı Azam’a göre dinin uygulamasına yönelik meselelerde hüküm vermek için Kur’an ve Sünnet iki ana kaynaktır. İcma’yı (Ortak karar) bir konuda “Müslüman alimlerin ortak kararı” olarak değil, ama bir konuda “Sahabelerin ortak kararı” olarak sınırlandırır. “Diğer Müslüman alimlerin kabul etmediğim görüşlerine uymaktansa kendi reyimi kullanırım.”, der. Bu anlamda dördüncü ve diğer okullardan kendisini ayıran kaynak kıyas ve içtihattır. Bundan kastı Kur’an ve Sünnet de açık bir yanıtı bulunmayan uygulamaya dair sorunları, yine Kur’an ve Sünnete aykırı olmayacak şekilde akıl yürütme ve sosyal-iktisadi şartları dikkate alma yolu ile cevaplandırmadır. İmam-ı Azam aynı zamanda dinde akaide dair (inanca yönelik) ilk okulun da kurucusudur ve bu anlamda ilk Kelamcı da denebilir. İmam-ı Maturidî Ebu Hanife’den yüzyıllar sonra gelmesine rağmen onun yöntemini sistemleştirmiştir. Burada Maturidi’nin en ayırıcı özelliğini vurgulayalım: Ebu Hanife ve Maturidi’ye göre bir insanın imanının tamamlanması için “kalp ile iman, akıl ile tasdik (akıl ile sorgulayarak doğrulamak) ve dil ile ikrar (imanını dil ile söylemek)” gerekir. Yani her iki İmam’a göre gerçek Mü’min (Allah’a güvenerek inanan ve kendisi de güvenilir olan insan) olabilmek için Allah’ı ve onun emirlerini akıl ile sorgulayıp doğruladıktan sonra, neye inandığını bilerek inanan ve bu inandığını da gizli kapaklı değil toplum önünde açıkça dile getiren insan olmak gerekir. Bize evlerde ve okullarda öğretilen ise iman için kalp ile iman ve dil ile ikrarın yeterli olduğudur. Bu İmam-ı Eş’ari’nin görüşüdür ki, açıkça “akıl ile sorgulama ve doğrulamayı” göz ardı etmektedir.  Hiç kuşkusuz böyle bir mü’min profili ne dünün Emevî-Abbasi Sultanlarının ne de bugünün kapitalist kodamanlarının beğeneceği, arzu edebileceği bir insan tipidir. Bu tür zorba sömürü düzenleri için ilk önce birey olamamış ve belli bazı çobanlar tarafından güdülen şuursuz sürü mensubu Mü’minler tercih edilir. Akıl yürüten ve sorgulayan adam arıza çıkarır, düzene çomak sokar.

21’inci yüzyılda genelde İslam Aleminin özelde de Türk Milleti’nin ayağa kalkması için maddi alanda yapılacak birçok eylem yanında manevi alanda da özümüze dönerek Hanefî ve Mâturidî Mezheplerini yeniden öğrenmemiz, oradaki düşünme yöntemini kullanarak bugünün şartlarında İslam’ı bugünün insanına tebliğ edebilmeliyiz. Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifade ettiği gibi Diyanet bu işte tek sorumludur, kaynakları geniştir ama vazifesini yeterince ifa etmemektedir. Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortaklaşa çalışarak bu konuda boşluğu doldurması gerekir.

ANADOLU TASAVVUFU: İSLAMIN KALBİ

Türkler İslam’ı tasavvufla kabul etmişlerdir. Tasavvuf öz itibarı ile insanın, masivanın/yalan dünyanın kirleri ve kötülüklerinden kendini arındırdığı, nefsini terbiye ettiği, bu yolla ahlaklı ve olgun bir insan olarak “Allah’tan razı olan ve Allah’ın da razı olduğu” insan olma yolunda, kişiye özel manevi bir yolculuğudur. Her insanın farklı karakter özellikleri olduğu için, bu farklı karakterleri temsilen farklı tarikatlar oluşmuştur. Osmanlı-Türk toplumunda tarikatın kişiye özel bu işlevi dışında, bir de toplumsal rolü vardır. Köylülerin piri “Dilenci Şeyh” Hacı Bayram Veli, sanatçıların ve elitlerin piri Mevlana Hüdavendigâr, askerlerin piri Hacı Bektaş-ı Veli ve esnafın piri Ahi Evran. Bu tarikatların ortak özelliği, insanlar arasında rekabeti değil dayanışmayı, kişisel zenginliği ve serveti değil ortak faydayı ve toplumsal zenginliği, farklılıkları toplumsal ayrışmanın değil toplumsal birliğin bir unsuru olarak görmeyi öne çıkarmalarıdır. Ben bu büyük pirlerin yanmayan kefen sattığını, Cennetten arazi ve huri pazarladığını duymadım. Anadolu tasavvufunun eşitlik - sevgi – dayanışma temelli anlayışının topluma yaygınlaştırılması için Kültür Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortaklaşa çalışması gerekir.   

Diyanet İşlerine ayrılan fonlar gereksiz değildir. Aksine, Diyanet İşleri çok gerekli bir kurumdur. Ancak o paralarla ne derce etkin hizmet sunduğu tartışılır. Bu da tam bir iktisatçının konusudur.