Vakıf Katılım web

BEDEN DÜNYAYA AİTTİR DE

Dr. İlhami FINDIKÇI
Tüm Yazıları
Yetersiz bilginin insana zarar verdiğini biliyoruz. Bugün fazla bilginin de insana zarar verdiği gerçeği ile karşı karşıyayız.

Yetersiz bilginin insana zarar verdiğini biliyoruz. Bugün fazla bilginin de insana zarar verdiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Bilgi yetersizliğinden kaynaklanan endişe, fazla bilgi karşısında da görülebiliyor. Dünyaya ve maddeye ilişkin çığ gibi artan bilgi bizi, mutlak gerçeğin bilgisinden uzaklaştırıyor. Maddenin bilgisinde derinleştikçe eşsiz bir sanat eseri olan kâinatın mana bilgisinden uzaklaşıyoruz. Günümüzde fert ve toplum düzeyinde yaşanan yoğun endişenin önemli bir nedenidir bu.

Endişenin iki temel kaynağı vardır. Biri doğuştan getirdiğimiz genetik endişe, diğeri öğrendiğimiz endişedir. Bazılarımız özellikle geleceğe ilişkin daha düşünceli, meraklı ve kaygılı haldedir. Daha içe dönük bir karaktere yol açan bu potansiyel yatkınlık, bireyin günlük yaşam ve davranışlardaki stres düzeyini arttırır.

Ham haldeki potansiyel endişeyi de tetikleyen öğrenilmiş endişe, günümüz insanının günlük yaşamını derinden etkileyecek boyutlara ulaşıyor. Zira hızla artan veri, ileti, malumat ve bilgi bombardımanı, her geçen gün yeni uyum sorunlarına ve özellikle yoğun bir gelecek kaygısına neden oluyor. Dünyaya ilişkin bu hızlı bilgilenmenin can alıcı sonucu; insanı, asıl gerçeğin cevherinden hızla uzaklaştırması ve suretlere mahkûm etmesidir.

Geçmişte ulaşılan bilgiler, göreceli olarak daha az olduğundan ve daha geniş zamana yayıldığından onları içselleştirmek ve uyum sağlamak daha kolaydı. Bilgi artışı kaygı nedeni olacak düzeyde değildi. Teoloji, ahlak, felsefe, astronomi, coğrafya, tarih gibi temel bilimlerin öncelikli amacı insanın; insan kâinat, insan yaratıcı, yaratıcı kâinat ilişkisi gibi mana odaklı arayışına yardımcı olmaktı. Ancak zamanla hızla gelişen, çeşitlenen ve giderek derinleşen yeni bilim dalları, çevremizi saran maddi dünyanın bilgisini keşfedip öğrenme alanını muazzam şekilde genişletti ve genişletmeye devam ediyor.

KÂİNATTA BOŞLUK YOKTUR

Düşünün ki bir bilim dalı olarak fizik; ısı, enerji, güç, ışık, ses ve benzeri birçok alt bilim dallarında giderek derinleşiyor. Tıp alanında sadece bir organ bile başlı başına bir bilim dalı olarak gelişebiliyor ve her geçen gün yeni şeyler öğreniyoruz. Hemen bütün alanlarda maddenin bilgisi genişledikçe mananın bilgisine zaman bulmakta zorlanıyoruz. Evrendeki ilahi düzeni pozitif bilimlerle ve maddenin bilgisinde derinleşme ile anlamaya çalıştıkça asıl amacımızdan uzaklaşıyoruz.

Birçok filozof ve bilim insanı gibi Descartes da (1596-1650) evrendeki ilahi düzeni sadece teoloji ile değil mekanik bilimler yoluyla açıklamanın peşine düştü. Kâinat sisteminin mekanik düzeninin arkasındaki asıl güç ve ilk hareketi sağlayan görünmez kaynak olarak yaratıcıyı gördü. Ve sisteme her an müdahale eden bir güç olarak gördüğü yaratıcıyı bilimsel metotlarla açıklamaya çalıştı.

Descartes; doğada her parçacığın bir hareket ve akış halinde seyrettiğine, bu hareketin belirli mekanik yasaları olduğuna, kâinatta bir boşluk olmadığına ve tüm sisteme verilen bu ilk hareketin bir kaynağı olduğuna inanmıştır. Pozitif bilimler ve yasaların bu ilahi kaynağı işaret ettiğine, görünmez ilk kaynaktan uzaklaşmanın insana zarar vereceğine, insanda mutsuzluğa ve buhrana yol açacağına inanmıştır.  

Yüzyıllarca önce insanlığı aydınlatan bir meşale olan İbn-i Sînâ (980-1037) da davranış bilimleri alanında tarihe geçen ilk deneylerden birini yaparak fazla bilginin zararlı olabileceğini ortaya koymuştur. Deneyde ikiz olan iki kuzu yan yana iki yuvaya yerleştirilir. Bakımları, yeme ve içmeleri aynı şekilde yapılır. Deneyin düzeneği gereği kuzulardan birinin karşısında sürekli olarak bir kurt görmesi, diğerinin ise görmemesi sağlanır. Aynı şartlarda yaşayan ikiz kuzulardan sürekli kurdu görerek yaşayan kuzu zayıflar ve bir süre sonra ölür.

RUHUMUZ NEREYE AİT?

Günümüz insanı yüzlerce bilim dalının ürettiği bilgileri, kendi ilgi alanı, merakı ve yeteneği doğrultusunda izliyor, öğreniyor ve kullanıyor. Öğrenmelerin önemli bir kısmı isteğimiz dışında algı alanımıza bir biçimde giren bilgilerdir. Sorun şudur ki giderek dünyaya ve maddeye doğru derinleşen bu öğrenme ve bilgi yüklemesi, insanı asıl bilgiden, gerçeğin bilgisinden uzaklaştırıyor.

Hayatın ve ölümün, öncenin ve sonranın, aşağının ve yukarının, yerin ve göğün, çoğun ve azın, varın ve yokun, canlının ve cansızın, aydınlığın ve karanlığın, açığın ve gizlinin, cennetin ve cehennemin, hayrın ve şerrin, maddenin ve mananın… Evet, tüm bunların ve daha sayamadıklarımızın asıl sahibinden uzaklaşıyoruz. İlk hareketi veren, sonsuz gücün kaynağından uzaklaştıkça kendimizden de uzaklaşıyoruz. Yükselen kaygımız, endişemiz ve stresimiz bundandır.

Oysaki olgun insan, pozitif bilimlerin ürettiği eşyanın bilgisi ve doğanın yasaları kadar tüm bu varoluşun sahibine giden yolda olmayı da ihmal etmemelidir. İnsan, mana arayışından şaşmamalı, kendini bilmekten geri durmamalıdır. Bedenimizin dünyaya ait olduğunu ama ruhumuzun sadece dünya ile sınırlı olmadığı bilinciyle yaşamaktan söz ediyoruz.