BİR OKULUN "İYİ EĞİTİM" VERDİĞİ NASIL ANLAŞILIR?

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Önce Allah, sonra da bakanlar kurulu ve eğitim bürokrasisi yeni bakanımızın yanında olsun.

Millî Eğitim Bakanımız değişti. Cumhuriyet târihimizin 66. ve AK Parti hükûmetlerinin 8. millî eğitim bakanı Prof.Dr. Mahmut Özer göreve başladı. Her zaman olduğu gibi bakanımızdan çok şey bekliyoruz. Hele hele önümüzde “normalleşme” süreci dururken, yâni okullar yeniden yüz yüze eğitime geri dönecekken, birçok veli ve öğrenci “hiçbir şey olmamış gibi” davranmayı beklediği için bu beklentiler, her zamankinden ve diğer bakanlıklardan çok daha fazladır. Önce Allah, sonra da bakanlar kurulu ve eğitim bürokrasisi yeni bakanımızın yanında olsun.

Bir önceki bakanımız Prof.Dr. Ziya Selçuk göreve geldiğinde kamuoyuyla paylaştığı projelerinin çoğu küresel salgın sebebiyle gerçekleşemedi, gerçekleşmesi de mümkün değildi. Ziya Hoca’dan mûcize bekleyenler oldu. Ancak Ziya Selçuk belki de hem ulusal hem de küresel olarak en zor zamanda eğitim bakanlığı yaptı.

Gerçekler ve idealler

Yeni millî eğitim bakanımız Mahmut Özer, selefi Ziya Selçuk’un bakan yardımcılığını yaptığı için, halef-selef ilişkisi açısından bakanlıkta bir kopukluk olmayacaktır. YÖK gibi daha bürokratik bir yapıya sâhip ve daha sert rüzgârların estiği bir kurumu yönetmiş olmasının verdiği birikim ile Mahmut Özer’in eğitim sistemini bir adım daha ileri götürebileceğine inanıyorum. Millî eğitim sistemimiz gibi “boşa koysan dolmayan, doluya koysan almayan” bir yapı için gerçeklerle ideallerin pek örtüşmediğini hepimiz biliyoruz.

Üniversite tercihlerinde “Eğitim fakültesi yaz; hiçbir şey olamazsan öğretmen olursun” tavsiyesinin verildiği ve dolayısıyla “hiçbir şey olamadığı için öğretmen olmuştur” algısının olduğu ülkemizde, sayıları milyonu aşan öğretmenler ve sayıları yirmi milyona yaklaşan öğrenciler arasında kalan bir bakanlık bürokrasisinde ideallik çarklarının dönmesinin kolay olmadığını da unutmamalıyız.

Öncelikli ama uzun vâdeli hedef

Bu köşedeki daha önceki yazılarım arasında "Dinî görünümlü grupları tanıma kılavuzu" ve "Vatansever görünümlüleri tanıma kılavuzu" başlıklı seri yazılar yazdım. Eğitim konusunda da yine bu köşede birçok yazıyı sizin dikkatinize sundum. Hatta “Millî eğitim sistemimiz, ne millî ne eğitim ne de sistemlidir” meâlinde eleştiriler yaptım. Aslında eğitim ve öğretimin amacı “millî” değerlerin üstünde “insânî” değerlere hâiz kişiler yetiştirmek olmalıdır. Adâlet, liyâkat, hakkâniyet, disiplinli çalışma, hakkını arama, sebat gibi değerlerin sâdece “değerler eğitimi” furyasında konferans başlığı seviyesinde kalması kimseye bir şey kazandırmamıştır ve kazandırmayacaktır.

Bu yazıda ülkemizin en temel sorunu olan eğitimin kurumsal tarafına değinmek istiyorum. Bu konuyu seri yazılar yerine tek bir yazı olarak ele almayı tercih ediyorum, çünkü sorunun temelinde tek bir konu var ve bunu uzun uzun anlatmaya hiç gerek yok.

Kopya

Hababam Sınıfı gibi Türk sinema klâsikleri arasında olan filmlerin hemen her bölümünde bulunan konu kopya çekmektir. Kopya geçmek, bir meziyet ve bir öğrencilik ustalığı olarak gösterilir. Hababam Sınıfı filmlerinde senarist ve yönetmen “kopya çekerseniz bu sınıftakiler gibi olursunuz” mesajı verilmek istemiş olabilir ama seyirci bu mesajı yanlış anlamıştır.

Ülkemizde ilkokul birinci sınıftaki sınavlardan, doktora yeterlilik sınavına, üniversiteye giriş sınavlarından KPSS’ye kadar istisnâsız her sınavda en öncelikli konu sınav güvenliği yâni kopyadır. Yanındaki arkadaşının cevap kâğıdını görememesi için, çanta veya paravan konulan, farklı soru gruplarıyla sınav yapılan ülkemizde, gözetmensiz sınav yapıldığına şâhit olmadım. Şunu çok net bir şekilde iddia ediyorum ki, kopya çekme kültürümüz olmasaydı, her şey bir yana FETÖ diye bir terör örgütü, devlet bürokrasisinde bu kadar güçlü bir hâle gelmiş olamazdı. Kopya çekme kültürümüz olmasaydı ve bu ülkenin öğrencileri sınavdan hak etmedikleri puanı almayı kendilerine yakıştırmasaydı, FETÖ’nün çaldığı sınav soruları hiçbir işe yaramazdı.

Okul reklamları

Yeni eğitim-öğretim yılı başlamak üzere ve orta öğretimden üniversitelere kadar bütün eğitim kurumları reklam yapıyorlar. “Anadili gibi İngilizce ve ikinci yabancı dil”, “uluslararası diploma”, “sosyal faaliyet”, “%100 burs”, “zekâ atölyeleri”, “geleceğin eğitimi”, “yaratıcı eğitim”, “üniversite garantisi”, “mezunlara iş garantisi” gibi birçok câzip ifâde ile reklam yapılıyor.

Eğitim fakültesi mezunu, yirmi yılı aşkın süredir akademisyenlik yapan ve iki çocuk babası biri olarak, şu anda çocuklarımla ilgili bir okul tanıtımına gitsem soracağım tek soru şu olur: “Okulunuzda sınav yapılırken öğrencilerin başında gözetmen duruyor mu, durmuyor mu?” Bu soruya “durmuyor çünkü gerek yok” cevâbını duymayı çok isterim. Şu iddiamda yanılmak da isterim ama Türkiye’de bu soruya duymak istediğim cevâbı alacağım bir okul olduğunu maalesef düşünmüyorum.

Öğrencilerimiz, kopya çekmeyi mârifet değil âcizlik; soruların cevapların verilmesini yardım değil hakaret olarak görmeye başladığında eğitim sistemi “millî” olmanın da ötesinde “insânî” olmayı başarmış olacaktır. Bu seviyeye gelen bir eğitim sisteminde “hiçbir şey olamadığı için öğretmen olanlar” da yer bulamayacaktır. Bu seviyeye gelen bir eğitim sisteminde veliler, çocuklarının geleceği konusunda endişelenmeyecektir. Bu seviyeye gelen bir eğitim sisteminde öğrenciler hayâtın gerçekleriyle üniversiteden mezun olduğunda değil daha erken karşılaşacağı için yurt dışına gitmek gibi çözümsüz arayışlara girmeyecektir.   

Deprem bölgesinde olan ülkemizde deprem bilincini veremeyen, yangın ikliminde olan ülkemizde yangın ve orman bilincini veremeyen, ilkokuldan lise son sınıfa kadar “beden eğitimi dersleri” olmasına rağmen, halı sahadaki maça ısınarak çıkılması gerektiğini öğretemeyen bir eğitim sisteminde kopyaya gelene kadar kısa ve orta vâdeli birçok sorun olduğunu düşünüp bu sorunu görmezden gelirsek, delikli kovaya su doldurmakla zaman kaybetmeye devam etmiş oluruz. Depremlerde ve yangınlar can ve mal kaybına üzülmeye devam ederiz. Teselliyi de olimpiyatlarda kişisel gayretlerle alınan madalyalarda buluruz.