BİR ZERRECİĞİZ Kİ, ARŞA GEBEYİZ!

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Dünya, yeni ve gerçek bir aydınlanmanın şafağında. Tanyeri ağaralı çok oldu.

Neden yeşil renktedir bilmem ama, şu doların iyice foyası çıktı. “Dolarcı ibişler” de mâvi ışıktaki bakteriler gibi görünür oldu. Zor, oyunu bozacak inşallah.

Varsın, senelerdir bu milletin sırtına çıkıp devletin suyunu kendi değirmenine çevirenler, son hamlelerini yapsın. Bu hamleler, olsa olsa son çırpınış, son tepişmeleri olur.

Varsın, bu milletin târihine, kültürüne, inancına, töresine düşman olanlar, yıllardır içlerinde tuttukları gazlarını iyice salsınlar. Kendi pis kokularından önce kendi burunlarının direği kırılsın.

Varsın, 15 Temmuz’da ATM’lere koştukları gibi, şimdi de yurtdışındaki hesaplarını hareketlendirsinler.

Varsın, hâinliğin dibine vurup sarhoş olsunlar. Bırakalım ne dediklerini bilmesinler. Bırakalım ağızlarından çıkanı kulakları duymasın. Onlar zâten gözleri olup görmeyen, kulakları olup duymayan kavmin çocukları.

Varsın, hâinlik sarhoşluğuyla iyice kudursunlar da, ayıldıklarında ar damarı patlamış köseleden sert suratlarına vuracak suçlarını inkâr edemeyecek hâle gelsinler.

Varsın, binecekleri gemiyi şaşırıp, başka gemide olduklarını söylemeyi mârifet zannetsinler.

Varsın, ülkenin esas sâhibini hor görüp kendilerini “asıl” zannetmeye devam etsinler.

Rüyâlarının bitmesine ve ayıldıklarında başlayacak kâbusa az kaldı. İman ederiz ki, Allah, ihmal etmez; imhâl eder.

Koçyiğide ver meydanı

Artık er meydanındayız. Senelerdir dişimizle, tırnağımızla arka sokaklarda verdiğimiz savaş artık meydana çıktı. Tüm sokaklar aynı meydanda birleşti. Ak koyun-kara koyun ayrılalı çok oldu; şimdi sıra kurtların sırtındaki koyun postuna geldi.

Sâhibinin sesi olup havlayanlar, kendi özel hayatlarındaki ahlaksızlığı sokaklarda göremedikleri için, evlerinde cehennemi yaşıyorlar. Yüreksize yorgan döşek, koçyiğide meydan verilir. Ama artık onlara yataklarında bile uyku haram. Yaz sıcağında üşüyüp, kışın terden ıslanacaklar.

Doğum Başladı

Bunlar,  milletin kültür rahmine bir daha düşmemesi için ellerinden gelene yaptıkları törenin doğum sancılarıdır. Rahman sıfatıyla can bulan beden, Rahim sıfatının tezâhürüyle bu millî kültür iktidârımızın rahminden doğmak üzere.

Bu dava hor kalmıştı. Bu dava öksüz ve yetim kalmıştı. Kültürel iktidar için cinnet dolu gecelerde, beynimizi kalemimizden kâğıda dökerken, nûrunu tamamlayacağına söz veren Allah, bize kıpkızıl bir şafak hediye etti. Bu kızıl şafak, doğumun rengiyle boyanmıştır.

Devin yükü ağırdır. O devin doğumu da sancılı olur; sancısı büyük olur. Ama bu devi doğuran da emâneti yüklenmeye cesâret edemeyen dağlardan daha yücedir.

Bu devin doğumunda ne doğan, ne doğuran çığlık atmaz. Duyduğumuz bu sesler, bu çığlıklar hâinlerin çoktan boşalmış yüreklerindeki gürültüdür. Korkuyla atan kalpleri, o boşlukta yankılanmaktadır.

Doğumu engellemek için kurulan her tuzak, “tuzakların en hayırlısı” (Enfâl, 30) ile bozuldu ve bozuluyor. Ezeli ve ebedi olmayan dünya saltanatının karşılığı olmayan parasıyla kurulan her oyun, ayaklarına dolanıyor. Yüzyıllardır dünyânın kanını emen, soyuna kasteden, rûhunu gasp eden lânet, artık dikişlerinden sökülüyor.

Bizim “millî kültür” ve “millî kültür iktidârı” dediğimiz şeyi, ülke sınırları içinde zannedenlerin göremedikleri ve ufukların ötesinde binlere bölünmüş bir doğum var.

“Türkiye, sâdece bir devletin adı değildir” derken bu binlerin doğumunu haber veriyorduk.

“Ay-yıldız, sâdece Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı değildir” derken, o ufuklardaki al şafakları kastediyorduk.

Bunları anlayan anladı; anlamayanlar ise şimdi “sâhibinin sesi olup havlıyor”. Ruhlarını teslim, bedenlerini de çok mahkûm ettikleri gibi, bizim de teslim olmamızı istiyorlar. Bir şafakta kutlu bir doğum başlamışken, diğer taraftaki karanlık ufukta onların defteri dürülüyor.

Dünya, yeni ve gerçek bir aydınlanmanın şafağında. Tanyeri ağaralı çok oldu. Gözleri ışıktan rahatsız olanların kan kokan ağızları, çoktandır lanet kusuyor. “Her an yeni bir şanda olanın” (Rahman, 29) yolunda olanlar, bu pisliği temizlemeye başladı.

Günümüzün Nemrutları, Firavunları, Ebu Cehilleri, Ebu Lehebleri mel’un rollerini oynuyorlar. Bırakalım, kâr ettiklerini düşünsünler. Bırakalım boğulacakları bataklığı biraz daha derinleştirsinler de, son anda birileri insâfa gelip kurtaramasın.

Kendini Yiyen Kanser

Bir bedene musallat olup büyüyen kanserli ur gibi, dünyâya musallat olanlar, kendi kurdukları düzenin bedenini kendi açlıklarıyla bitirecekler. Onlar kendi habis urlarını büyütme derdiyle kendilerini bitirirken, körleşen gözleri, devin doğuşunu göremiyorlar. Gördüklerini de küçümseyip yenebileceklerini zannediyorlar. Aldıkları her nefes, yedikleri her haram lokma, kanserli uru daha da büyütüyor. Onlar tüm bedene yayılıp hâkimiyetleri altına aldıkça, aslında kendi sonlarına biraz daha yaklaştığının farkında değildir.

Bir Âyetin Şehidi Olmak

Zerre de kâinatı, kâinatta zerreyi göremeyenler, zerrenin taşıdığı arşın büyüklüğünü de göremiyorlar. Gözleri olup görememek, kulakları olup duyamamak (Araf, 179) ne demekmiş bizzat şâhitlik ediyoruz. Âdeta âyetin vücut bulmasına şehitlik ediyoruz.

Aslanın saldırdığı ceylan yavrusu bile yemeğe devam etme gafletine düşmezken, onlar tövbe edip af dilemek için ellerindeki son fırsatı değerlendiremiyorlar. Ebu Leheblerin soyundan geldiklerini gösteriyorlar.

Süt tozundan dolara

Tanzimat Fermânıyla “ferman” ile resmîleşen ve Mondros ile iç yüzünü gördüğümüz müdahale, 1955-1960’lardaki “Küçük Amerika” hevesimizle “şirin maske”sini takmıştı. Amerika’dan gelen süt tozlarıyla vücudumuz hasta edildi. Amerikan film ve dizileriyle de rûhumuza kastettiler. Başarılı olduklarını da itiraf edelim. O kadar ki, gözümüze sokulan İngilizce tabelalara büyük bir kesim de kör olmuş durumda. Fakat dolar üzerinden oynanan oyunla gözler açıldı. Kültür iklimimizin rahminde kimsenin müdahale edemediği ve bizim de varlığından haberdar olmadığımız bir kor, üstündeki küllerin kalkmasıyla ortaya çıktı.

Süt tozu zehriyle bedenimize sokulan hastalıklar geçer, dolar ile vurulan darbe sarsar. Bunların hepsi gelir geçer, yeter ki biz arşın gözünün bizdeki zerrede olduğunu unutmayalım. Bunu yapmak için de, bu şerde bir hayır olduğunu şimdiden görelim. Bu saldırıyı ve krizi fırsata çevirip, hızla içine düştüğümüz “israf toplumu” batağından “tasarruf toplumu” düzlüğüne geçişi gerçekleştirelim.

Sözü bu yazının başlığına ilham veren Necip Fâzıl’ın Çile şiirinden bir dörtlük ile bitireyim:

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim;

Minicik gövdeme yüklü Kaf Dağı.

Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim;

Dev sancılarımın budur kaynağı!