BİZDE KESKİN GÖRÜŞ VARDIR

Ümit G. CEYLAN 12 Oca 2023

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Akıllı insan kupkuru bir yalnızlığı seçmez. Bencillerin sonu o yalnızlığın içine hapsolmaktır. İnsan tamamlanmak ister.

Akıllı insan kupkuru bir yalnızlığı seçmez. Bencillerin sonu o yalnızlığın içine hapsolmaktır. İnsan tamamlanmak ister. Bu tamamlanma âlemin bir parçası olma gerçeğidir. İnsanın gerçek özgürlüğü işte bu âlem noktasından hareketle, hakikate bağlanmasıyla mümkündür. Bir noktadan âleme yayılan varlıklar yine varlığın parçası olarak da kendi özlerini koruyarak varlığın hakikatini oluştururlar. Gerçek ise varlığı oluşturan bilgilerdir. Ama şuur üstü bir anlayışla bilgi bir yere kadar kendini ele verir. Sonrası artık biz olmak ve bizle birlikte âlemi keşfetmektir.

Birlikte rahmet vardır

Birlikten güç doğar. Bir elin nesi var iki elin sesi var. Bu ve bunun gibi bir sürü atasözü ve deyimi hayatımızda kullanırız. Çünkü biz biliriz ki; bir oldukça kimse bizi yıkamaz. Sadece feraset sahibi insanlar bunu bilirler ve kitleleri bölmek yerine birleştirmek için çaba harcarlar. Bölünmüş kitleler eninde sonunda bölenlerin de kapısına gelecektir. Biz kavramı etrafında hayatını şekillendiren kişiler hakikati görmüşlerdir. Hakikat onlar için sislerin arkasında duran bir olgudur. Onlar bu sisi sözleriyle değil eylemleriyle, birlikteliğe doğru yürüyerek kaldırırlar. O yüzden sözün varlığından çok sözün yarattığı eylem insanın dünyasını gerçekleştirir. Mantı yapmak için harekete geçtiğinizde, hamurun yoğrulmasından, iç harcının hazırlanmasına kadar tek başına harcanacak emeğin yanında, birlikte hazırlanacak mantının fiziksel bereketi manayı da tetikleyecektir. İşte bu da berekettir. Lezzetin bereketi. Doymanın bereketi. Biz olmanın bereketi.

Kalabalık

Bakmayın siz etrafında kalabalıklarla gezenlere. Birlikteliği kalabalıkla tarif edemeyiz. Kupkuru manasız bir birliktelik değildir biz olmak. Biz olmak için kucaklayıcılık esastır. Derdini sormak, derdine derman olmaktır. Öğretmenin öğrencisinin gözündeki sıkıntıyı ve hatta ışıltıyı görebilmek, eşinin sırtındaki yükü fark etmek, evladının iç sıkıntısını anlamak, komşunun, esnafın, sokaktan geçenin derdini dert edinmek biz olanların varlık anlayışıdır. Kalabalıklar balon gibi sönerler ama birliktelikler ebediyete kadar devam ederler. Bir ülkü etrafında birleşenlerin derdidir biz olmak. Ben demez onlar, biz derler. Karar verirken tek başına karar vermezler, veremezler. İstişare onlar için imanın esası gibidir. Kaideler, kurallar, nezaket, edep sözle gerçekleşmez. Özle gerçekleşir. Biz diyen için dert bitmez. Ama o dert kendi derdi değildir. Bizim derdimizdir. Biz diyenin derdi dertleri birlikte göğüslemek ve bir olmaya yani kâinatın özüne öz olmaya odaklıdır.

Bizi önceleme

Keskin görüşlü insanlar günlük dedikodularla uğraşmazlar. Biz diyebilmek en zor şeydir. Çünkü temelinde kendini önceleme yoktur. Bizi önceleme vardır. Bu büyük bir öğretidir. Tüm farklılıkları, ayrışmaları, tartışmaları kendi benliğinde eritebilmektir biz olabilmek. İleri veya keskin görüşlülük aynı zamanda geleceğe miras bırakabilmektir. Ecdadımızın büyük, küçük tarihe miras bıraktıkları bütün eserler bugüne kadar geldiyse temelinde biz olmanın verdiği anlayış vardı. Bir Süleymaniye sadece benlik için inşa edilebilecek bir yapı olamaz. Geleceği yüzyıllar öncesinden kucaklayabilmek demektir Süleymaniye. Süleymaniye ve onun gibi yüzlercesi binlercesi bugün bizleri hala aynı gök kubbe altında toplayabiliyorsa işte bu bir ferasettir, keskin görüşlülüktür.

İTİBARSIZLIK

Ciddi bir çöküş ve değer kaybı yaşıyoruz. Ama neredeyse her alanda. Ancak bu alanların içinde en önemli itibar kaybı bilgide oluştu. Her bilgiye anında ulaştığını zannederek her şeyi bildiğine inanan insanlar sürüsü türedi. Nerden nasıl aldığı belli olmayan şaibeli pahalı araçlar içinde gezen şımarık adamlar, görgüsüz kadınlar ve tahammülü zor veletlerle AVM’lerde salına salına para harcayan insan tipleri ortalığı kapladı. İtibarı para, servet ve yaldızlı görüntüler üzerine bilgi giydirip ortalıkta caka satmak zannediyorlar. Hadi bunları anladık. Asıl okumuş akademisyen olmuş gazeteci olmuş siyasetçi olmuş onlarca insana ne demeli? Bilgiyi ne zannediyor bu insanlar! Bilgi hava atılacak, birilerinin suratına ben biliyorum edasıyla satın alınacak bir meta mı? Zahmetsizce elde ettiğiniz bir iki arama motorundan öylesine yazılmış cümleleri bilgi zannetme gafletine düşmek çağımızın en büyük itibarsızlığı. Sığ konuşmalar araya birkaç söz atıvermek de neyin nesi? Kendi sözünüz olmadan, fikrin çilesini çekmişlerin sözlerini manşet yapmanız da acınası bir itibarsızlık. Gerçek bilginin gerçek gazeteciliğin gerçek insanlığın ortaya çıkacağı bir zamanı yaşar mıyız bilmiyorum? Ancak durum an itibariyle böyle. 

KAPILAR AÇIK

Tanrı insana her türlü seslenir. Açık kapılar arasından, pencereler aralığından, taş duvardan, gökten yağan ışıktan. Öyle ya da böyle, görebilene her şey, her yer bir işarettir bir davettir. İnsan ısrarla kapalı olanı zorlarsa, mabut neylesin? Akıllı olduğunu söyleyen insan aptallıkla tarihini yazdı. İnadı ve bencilliği ve çoğu zaman da hastalığı akan kanlara sebep oldu. İmzasını başkalarının kanı ile attı. Kendini de sonsuz bir cehenneme itti. Akıl lazım insana; Tanrı’nın sesini duyacak akıl. Vicdanına kulak verecek akıl. Açık kapıları gösterecek akıl. Kapıları açacak güç hepimizde var. Ama bunu görecek akıl hepimizde yok. Aklını yitirmiş ve vicdanına kurban ederek dengeyi kaçırmış insanlar etrafımızda. Kapı bütün ihtişamıyla önümüzde apaçık duruyorken o geriye geriye bakıp vehimlerle kalbinin kapısını aklına kapatıyor. Aklını ve kalbini içindeki şeytana uyutuyor. Hem de kendinden kendine ninniler söyleyerek yapıyor bu kötülüğü. Senin uğultu dediğin rüzgârın sesi. Senin hışırtı dediğin denizin sesi. Ancak insanlığı kurtaracak olan yine bir sestir. İster inan ister inanma. Tanrı’dan duymak istediğin bir ses var. Bu âlemde aradığın da o, peşinde koştuğun da o. Sen yeter ki aklını koy ortaya vicdanını da içine kat. İşte o zaman sana açık bütün kapılar.

SEVİLAY ACAR

BAZEN ÖYLE OLUR…

Bazen olur öyle... Ne kadar okursan oku, bilirsen bil, bilgi yetmez yol almana, “yapayım” derken “yıkarken” bulursun kendini. “ Şimdi şefkatle ve sevgiyle yansıyacağım hayata” diyerek büyük bir hevesle başlarsın güne, bir bakmışsın celalli halin iki elini beline koymuş sert sert bakıyor önüne gelene... “Bu defa tamam” dersin, “hiç sıkılmadan, şikayet etmeden sükuta ereceğim, bir güzel sabredip bekleyeceğim” dersin, oflar, ahlar yükselir olduğun yerde. Bazen de o anı bir dekor gibi yarıp içinden geçmek, sıkıntının, hüznünün perdelerini umuda aralamak istersin ama bir bakmışsın sıkı sıkıya kapatmış iç dünyan tüm olasılıklara kendini. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelir o, hiç sona ermeyecekmiş de hep böyle devam edecekmiş gibi sıkışıp kalırsın zamanın içine...Hüznün kollarına çaresizce bırakırsın kendini ve hiçbir şey olmadan, olduğun mekan, oturduğun koltukla karışır ve sadece nefes alıp verirsin, hiç bir şey olmadığın o yerde.

Yapraklarını bırakmayan ağacın hikayesini bilir misin? Sonbahar geldiğinde tüm ağaçlar yapraklarını bir bir dökerken, bizim ağaç sıkı sıkı tutunur yapraklarına. Yaz gelir, etrafındaki tüm ağaçlar yeşerir, büyür, serpilir ama kendisi küçücük kalır. Etrafındaki tüm canlılar, “artık bırak yapraklarını” diyerek teselliye çalışsalar da fayda olmaz, “yok” der küçük ağaç, “asla bırakmam”. Kaç sonbahar gelir, kaç yaz geçer de vazgeçmez küçük ağaç. Ormanlara karışır yanındaki ağaçlar, kuşlar cıvıl cıvıl dallarında, ancak bizimki kuşların bile sesini duymaz olur. Ve bir sonbahar daha fazla direnemez ve bırakıverir yapraklarını tek tek... Yaz geldiğinde serpilmiş ve büyümüş bulunca kendini amansız direnişine hayret eder.

Bu hikayede 5 yaşındaki kızımıza anaokulu öğretmeninin verdiği kitaplardan birinden. Sonbaharı ve ağaçların yapraklarını neden döktüğünü anlatan tatlı bir hikaye. Bazen farkındalık küçük bir hikaye kitabının içinden seslenir sana, belki de tam da o yaşına gizemli ve anlayışlı bir dille fısıldayarak ulaşır. Tutunduğumuz ve asla bırakamam diye büyümeyi, olgunlaşmayı reddettiğimiz ve bunun farkında olmadan zihnimizin anı kayıtlarına özenle yerleştirdiğimiz dönemlerimiz de tam da bu dönemler değil mi? Kayıtların özenle işlendiği çocukluk dönemlerimiz... Ne kadar bağlıyız her birinde başka bir ses olan yapraklarımıza;  suçluluk, pişmanlık, değersizlik, yoksunluk, sevgisizlik... Sanki gerçekten hepsi bizmişiz gibi bir illüzyonun içinden koca bir “ben” olup gülümsüyorlar bize. Yaşam öykümüze, büyümemize vesile olacak onlarca duyguya sıkıca sarılabiliyoruz işte.  Onlarca yaprakla ve hiç farkında olmadan,  bırakmayı istemeyerek yaşıyoruz aslında. Etrafımızda ormanlar oluşuyor, bunun bilincinde olan ağaçlar göğe doğru uzanıyor ama ne kadar büyük görünmeye çalışırsak çalışalım, bırakmadıklarımızla küçücük kalıyoruz içimizde.

Her şey doğanın içinde aşikar. Orada öylece durmuyorlar, orada durup oluşumlarıyla varlıklarıyla bize bir şeyler anlatıyorlar. Belki de en çok bunu hissetmek için bir ağacın yamacına oturup, dinlemeye gözlemlemeye ihtiyacımız var.  Sonbahar en güzel anlatıcı bu yüzden. Rüzgarın yaprakların dökülmesine eşlik etmesi, onları gıdıklayarak ve usulca kucağına alarak hassas bir şekilde yere yavaşca indirmesi, toprağın yaprakları nazikçe ağırlaması, içine alması... “Bırak” diyor doğa, “tutunduğun her şeyi, ‘ben’ dediğini bile bırak”

Dallarımıza eklenen her yaprak bize hizmet ediyor aslında ve acı ya da hüzün, içimizde bir yerde yaşadığımız her duyguyu iyileştirip şifalandıran bir değere sahip. Bu yüzden belki de “hoş geldin hüzün “ diyor ağaçlar sararmaya yüz tutmuş yapraklarıyla. Yolumuzun” işaret çocukları” onlar.  Bizim yani insanoğlunun doğasına da hizmet eden kim bilir nice işaretler var yeryüzünde. Bazen bir anaokulundan çocuğunuzun eliyle gelen bir kitapta, bazen bir reklamın, bir filmin içinden bazen de göğe uzanmış bir bilgenin bugüne yansıyan sözlerinde. İşte ben de yoluma çıkan bir kitabın içinde rastladım hakikate işaret  eden  o ulu çınar ağacına.  Kevser Yeşiltaş’ın “Hallac-ı Mansur’un En-el Hak  Gizli Öğretisi “ adlı kitabını okurken, okuduğum alana  içimden bir yaprak düşürüyorum birden, sonra bir yaprak daha...

Bazen oluyor öyle, işte öyle bir anda yapraklarını özenle ve keyifle bırakabilmen için şifa dolu bu sözleri usulca buraya bırakıyorum; senin de yapraklarına, dalların izlerine, yanan yüreğine dokunsun diye...

“...Gece uyandığımızda karanlıklar içinde kaldığımızı düşünerek korku içindeysek, bilelim ki, diğer yarım kürede güneşin sımsıcak aydınlatıyor ve üzerimize güneşin doğuşu yakındır.

...Ve dünyada ruhunun bir kısmı hapiste gibi görünüyor, dondurulmuş ve kısıtlanmış hissediyorsan, merak etme bir yanın sonsuzlukta sallanıyor özgürce.

İki çift yaratılmış olanlardan insanoğlu, diğer yarısı nerede? Bir yarın toprağa bakıyor, diğer yarın Rabbine.”

FOTOĞRAF VE GÖSTERGEBİLİM

Yine İngiltere ve yine İslam imajına gizliden saldırı çalışması. Çok basit: bir habere doğru fotoğraf koyarsınız. Bu genel geçer bir gazetecilik bilgisidir. Ancak alakasız bir fotoğraf koyarsanız ve bunu da İngiltere’nin en saygın (!) gazetesi yaparsa şaşırmayız. Türkiye’ye tutuklu gazetecilerle ilgili demokrasi dersi veren batı, medya üzerinden Müslümanları lekelemeyi bırakmıyor. İngiltere’de Covid-19 döneminde firmalara yapılan hibe hakkındaki yolsuzluk haberinin altına neden tesettürlü bir hanım fotoğrafı koyulur? CFMM’nin uyarılarını dikkate alarak düzelten ve konu ile ilgili soruşturmayı yürüten yetkilinin fotoğrafı koyulmasıyla konu kapanmış. “Çamur at izi kalsın” tam da buna denir. Göstergebilim açısından bakıldığında içinde  “hile” ve “yolsuzluk” kelimeleri geçen bir haberde İslam’ı simgeleyen bir kadın fotoğrafının kullanılması sorgulanması gereken bir durumdur. Ama bir daha yapmayacaklarını kim garanti verebilir! 

ARTI EKSİ

Emaneti teslim etmek

Tam metro çıkışında önümde yürüyen iki ortaokul öğrencisi yerde bir bankaya ait ATM kartı buldular. Belli ki biri düşürmüştü. Gıcır gıcır yeni bir karttı bu. Çocukları kısa süre izledim. Bakalım ne yapacaklar diye bir kenarda durdum. Önce çocukluğun verdiği bir macera hissiyle birbirlerine bakıp güldüler. Belki hiç karışmasaydım, hiçbir şekilde işlerine yaramayacak olan bu kart sahibine ulaştırılmadığı takdirde kötü niyetli kişilerin de eline geçebilirdi. Ama en çok da çocukların haylazlık yapmasından endişe ettiğim için hemen onlara sordum: “O kartla ne yapacaksınız çocuklar. Çocuklar; “Abla biri düşürmüş galiba” dediler. “Evet! Hemen şurada bu kartın bankası var. Hemen gidip verelim dedim”. Birlikte bankaya gittik. Yetkiliye olayı anlattık. Kartın sahibine ulaşmaları banka için zor bir şey değildi zaten. Bu şekilde çocuklar, ne olursa olsun emaneti sahibine teslim etmeleri gerektiğini öğrenmelilerdi. Sonra birbirimize teşekkür ederek ayrıldık.

Sorumluluk hissetmek lazım

Artık sınıflarda kara tahtalar yok biliyorsunuz. Beyaz akıllı tahtalar bile o ilk çıktıkları gibi değiller. Son teknoloji bu ekranlarda yazı yazamamak beni rahatsız ediyor. Oysa yazmak güzeldir. Yazarak öğrenciye anlatmak, öğrenciyi de yazmaya teşvik etmek demektir. Bu son teknolojinin bu tarafını açıkçası sevemedim. Bilişsel olarak da faydadan çok zararı var. Bir de bu sistemlerin nasıl kullanıldığı konusunda hocalara sürekli eğitim verilmeli. Bilgi işlem odasında oturan arkadaşlarımızın kendilerini sorumlu hissetmeleri ne güzel olurdu. Her akşam bina kapanmadan bütün bilgisayarları bir elden geçirseler mutlaka çok faydalı olacaktır. Sabah sınıflardaki beyaz ekran açılmıyorsa kabloları çıkarıp, takmak lazımmış. Bu şekilde motivasyonumuzun düştüğünü anlamalılar. Bir iş akışınız olmalı ve bunu bir gün önceden belirlemelisiniz. Bir arıza çıktığında müdahale için iş yapılmaz. Tam tersine daha iyisini yapmak ve iyileştirmeye yönelik daha neler yapılabilir, bunlar planlanmalı.

SERGİNİN DEVAMINI BEKLİYORUZ

İstanbul İslam Eserleri Müzesi’nde açılan güzel bir sergi sona erdi. “İstanbul’da Tasavvufi Hayat” başlığı ile açılan sergi gündelik tasavvuf hayatına ait objelerin yeniden yapılarak sergilenmesiyle oluşturulmuş sanatla harmanlanmış güzel düşünülmüş bir çalışma. Küratör Erkan Doğanay’ın estetik görüşü ile vücut bulmuş İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile ortaklaşa hazırlanmış serginin son günlerine yetiştim. Ancak devamını bekliyoruz. Çünkü sergide eksiklikler var. İstanbul’da Tasavvuf hayatı dediğimizde Rifai Şeyhi, Osmanlı’nın sonunu kucaklayarak Cumhuriyet ise Tasavvuf ilmi ile aydınlatmış Kenan Rifai’yi görmek isterdik. Ben özellikle kasnaklara işlenmiş tarikatların remizlerine ait (tarikat gülü denir) güllerine hayran kaldım.