BU TOPRAKLARIN BİR BÜYÜK ADAM DAHA ÇIKARMA VAKTİ GELDİ

Doç. Dr. Can CEYLAN
Vahyin en çok indiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Bugün üstüne bastığımız toprakta, taşta peygamberlerin ayak izleri var.

Hamasi duygularla söylemiyorum ama sıradan bir coğrafyada, sıradan topraklarda yaşamıyoruz.

Burası Mezopotamya. İnsanın terinin ve kanının toprağa ilk düştüğü yer. Toprağın, suyun kanla, terle karıştığı, ateşle şekil bulduğu bir coğrafya.

Vahyin en çok indiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Bugün üstüne bastığımız toprakta, taşta peygamberlerin ayak izleri var.

Karasında ve denizin en çok savaşın yaşandığı, zâlimlerin en çok göz diktiği, mâsumların en çok zulüm gördüğü, mazlumların en çok can verdiği topraklar.

“Orta Doğu” diye uydurma bir isimle kendi insanına yabancılaştırılan bu topraklar, yer altı kaynakları bulunmadan önce de değerliydi, câzipti. Nemrutların, firavunların, tanrıların ve tanrıçaların, sultanların, kralların gözünü diktiği bu topraklar hâlâ günümüz krallarının at koşturmak istediği, at koştururken altında yatanları düşünmediği yerler.

Ordusunun gücüne güvenip bu toprakları talan eden, yağmalayan, mâsum kanlarıyla sulayan, mâbedleri yıkan, kütüphâneleri yakanlar bu yangınların küllerinden doğan gülleri göremediler. Niyetleri kötü olduğu için, şerden doğan hayrın sevabından nasiplenemediler. Onların nasibi yoktu ama bu topraklar, her yangından sonra küller arasından doğan simurglere alışıktır.

Bu alışkanlığımız devam ediyor. Biri ya da birileri çıksa, külden gül yapsa o güllerin kokusu kimseye yabancı gelmez.

Varsın şimdi ortalık gülden çok külle kaplı olsun. Varsın yangın üstüne yangın çıkartılsın. Varsın yeni yeni filizlenen dallar hoyratça kırılsın, kurutulmaya çalışılsın. Üç beş gün insan ayağının basmadığı ormanlarda patikaların dallarla kaplanması gibi, bu topraklar kendini unutturup nice isimlere kundak olup beşiklik yapmaktadır.

Âfâkı okumayı bilen denizcilerin fırtınanın ne zaman kesileceğini bilmesi gibi, geleceği görebilenler de bu toprakların kundağında istikbâlin büyük isimlerinin bebelik yaptığını görebilmektedir.

Târihteki büyük adamlar

Masal anlatmıyorum, Polyannacılık yapmıyorum. Şimdilerde yere göğe sığdıramadığımız, ünü dünyanın diğer ucuna kadar yayılan Hz. Mevlânâ, Konya sokaklarını adımlarken Anadolu yangın yeriydi. Moğol zulmü, değil sâdece cana ve mala, alınan nefese bile göz dikmişti. Taş üstüne taş koymak dikkat çekiyor, yol üstündeki bir taşı kenara çekmek bile yanlış anlaşılıyordu. Bugünün Mevlânâsı o günlerde tehdit alıyor, canına kastediliyor, aleyhinde dedikodular yapılıyor, iftiralar atılıyorlar. Müfterilik prim yapıyordu.

Mevlânâ ise, babasından alıp oğluna devrettiği mirâsı arttırma, arttırırken canlı ve tâze tutma derdindeydi. Mesnevîsi’nde yazdığı gibi “Öyle bir şah çek ki, yüz yıllar sonra mat edesin” deyip Hüsâmettin Çelebi ile geleceğin gerçeği olacak kurgular yapıyor, hikâyeler anlatıyor, küllerden çıkacak güllerin tohumlarını atıyordu. İbn Arabî’den Konevî’ye geçen kutun korunu eliyle, gönlüyle, diliyle koruyordu.

Yalnız değildi elbet bunları yaparken, Mevlânâ o devrin sosyal birikiminin zirvesiydi, bugünden bakınca görebildiğimiz. İlk halkası kadim zamanlara raptedilmiş zincirin kendi zamanındaki halkalarından biriydi.

1200’lerden 1900’lere gelindiğinde bu topraklar yine zâlimin hedefi oldu. İşgâl edildi. Namert mâbedin göğsüne kastetti. Bu toprakların insanları yine bekâ derdine düştü, ayaklandı, el ele verdi. Samsun sembol oldu. Gün gün, harf harf, kelime kelime yazıldı kurtuluşun destânı. O destânın zirvesinde Mustafa Kemâl vardı. İngiliz ve Amerikan muhipleri teslim olmaya yeltenirken o topraklar yine küllerinden doğdu, “bitti” denirken “yine başladı”.

Ya bugün?

Şimdi baktığımızda ahvâl ve şeriat ne 1200’lerden ne de 1900’lardan kötü. Umutsuzluğa kapılmak kolaycılıktan başka bir şey değil. Kolaycılık da bu toprakların hamurunda yok. Bu çetin coğrafyada yürümek ayağını sevenlerin harcı değil. Bu coğrafyada yaşamak ise can vermek için birbiriyle yarışanların başarabildiği bir şey.

O büyük adam veya adamlar nerede peki? Bizi bu günlerden çıkaracak adam veya adamlar kim peki? Ne çok uzaktalar ne de biz onları tanımıyor değiliz. Yeter ki nerede olduğumuzu bilelim ve kim olduğumuzun farkına varalım. Göreceğiz ki o kişiler hemen yanımızda ve içimizde. Adı, sanı seneler sonra caddelere, okullara, meydanlara verilecek kişiler bizden başka kişiler değil.

Boş hamâsetle zaman harcamayan, sloganların çok ses çıkaran boş tenekeler olduğunu bilen geleceğin büyük adamlarının silahları kelimeler ve sözler. Onlar peygamberlerin vârisi olduklarını bilen ve Allah’ın kullarını muhatap alırken kullandığı aracı, yâni kelimeleri kullananlar. Bugün isimleri bilinmese de, ne anlattıkları anlaşılmasa da onlar âhir zamanın halısını kelime kelime dokuyanlar.

Bu topraklar en kötü şartlarda bile olduğu gibi, şimdi de gül bahçesinin bahçıvanları yönünden şanslı ve münbit. Ortalık yatışsın, toz duman dağılsın göreceğiz. Çünkü büyük adamların çıkması için gerekli bütün çetin şartlar çoktan oluştu.