CUMHURİYET DÖNEMİNDE ALEVİ KİMLİĞİ

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Cumhuriyet esas olarak bir şehirlileşme ve sanayileşme projesi idi.

Cumhuriyet esasen bir şehirlileşme ve sanayileşme projesidir. Bu projeyi hayata geçiren ilk Cumhuriyet kadroları Batıcılık ve Türkçülüğün bir sentezini oluşturmaya çalıştılar. Dolayısıyla Cumhuriyet devrimlerinin hem taraftarları hem de muhalifleri Cumhuriyeti öncelikle Batılı hayat tarzının kabulü olarak tanımladılar. Bu yanlış bir tanımlama idi. Türkiye’nin siyasi yapısındaki çarpıklık da bu yanlış tanımlamadan kaynaklanmaktadır. Siyasi yelpazenin sağında yer alanlar dini ve milli değerlere bağlılığı öne çıkarırken, kendini solda tanımlayanlar da ne anlama geldiğini kendilerinin de bilmediği “çağdaş yaşam sevdasına” tutuldular. İktisadi dille anlatacak olursak siyaset Cumhuriyet döneminde tüketim tarzlarının savunusu şeklinde gelişti. Rakı içip eşi modern giyinenler solcu, namaz kılıp eşi mütesettir olanlar da sağcı! Çakır’ın dediği gibi: Ne güzel İstanbul be!

Tekrar konumuza dönersek, Cumhuriyet esas olarak bir şehirlileşme ve sanayileşme projesi idi. Ama bunu Batılılardan çok daha kısa zamanda hayata geçirmek zorundaydık. (Batılıların  1700 – 1900 arasında 200 yılda yaptıklarını 1923 – 1980 arasında gerçekleştirdik.) Sermaye birikimi ve sanayileşme Batılılara göre çok daha hızlı gerçekleştiği için sosyal yapıda kimlik kırılmalarına yol açtı. Çarpık şehirlileşme gerçek anlamda bir burjuva kültürünün olgunlaşamadığı kasabadan bozma büyük yerleşimlere, dengesiz ve plansız sanayileşme de ülke içinde bölgeler arası gelir ve servet dağılımında ciddi bir uçuruma sebep oldu. Bu süreçte ülke içinde ciddi bir göç hareketi oluştu. Büyükşehirlerin varoşlarında ne köylü ne de şehirli olabilen, aidiyetini kaybetmiş lümpen kitleler yığıldı. 1980’lerde başrollerini Mehmet Ali Erbil, İlyas Salman ve Erdal Özyağcılar’ın oynadığı “Uyanıklar Dünyası” filmi, bu değerlerini ve aidiyetlerini kaybetmiş insanların şehvet-şöhret-servet üçgeninde nasıl savrulduklarını komik bir dille anlatır. Bu toplumsal yozlaşmanın toplumun her kesimine etkileri olmuştur. Bugünkü konumuz olan Alevi kimliğinin siyasi ve sosyolojik sorunlarının temelinde de bu çarpık kentleşme ve plansız sanayileşme ve bunun sonucunda oluşan kimliklere dayalı siyaset bulunmaktadır.

CUMHURİYET DEVRİMLERİ VE ALEVİLER

Atatürk’e ve onun Cumhuriyet devrimlerine en kuvvetli destek çoğunlukla Alevilerden gelmiştir. Osmanlı Dönemi’nde 16’ıncı ve 17’inci yüzyıllarda ciddi bir baskı altına alınan Alevi kimliği 18’inci ve  19’uncu yüzyıllarda kendi haline bırakılmıştı. Birçok Alevi Ocağı çevreleriyle ilişkilerini minimum düzeye indirerek içe kapalı bir şekilde kendi hayatlarını sürdürmüşlerdi. 19’uncu Yüzyıl başında da Bektaşiler ciddi bir baskı altına alınmıştı. Bu yüzden Alevi – Bektaşi toplulukları kozmopolitleşememiş, kapalı köy ve kasaba toplulukları olarak kalmışlardı. Cumhuriyetle birlikte dini farklılıklara göre değil ama vatandaşlık esasında bir milli kimliğe göre bir toplum inşa edilmesi birçok Alevi’nin takdirini ve desteğini almıştı. Daha önce kapalı cemaatler olarak yaşayan bu kitleler de artık eşit yurttaşlar olarak topluma entegre olacaklardı. Ancak, geçen yazıda da belirttiğim Koçgiri ve Dersim İsyanları esas olarak Cumhuriyet’in merkezi ve modern milli devlet projesine direnen feodal toplulukların yabancı destekli ayaklanmalarıydı. Bunlar dışında gerek Kurtuluş Savaşı’nda gerekse Cumhuriyet dönemindeki diğer isyanlar da doğrudan veya dolaylı olarak sünni tarikatlar tarafından desteklenmekteydi, (Kurtuluş Savaşı’nda Adapazarı, Konya isyanları ve Cumhuriyet döneminde Ağrı, Şeyh Sait ve Menemen isyanları, DMD). Bunun sonucu olarak tekke ve zaviyeler kapatıldı, bütün Alevi ocakları ve tarikatlar lağvedilip malları kamulaştırıldı. 

Genel olarak bugün Alevi kardeşlerimizin yaşadığı sorunlar hakkında Orhan Türkdoğan Hocamızın Alevi – Bektaşi Kimliği adlı geniş saha çalışmasında önemli bilgiler vardır. Yine medyada takip edebildiğimiz ve 2010’lu yılların başında yapılan Alevi Çalıştayı’nın nihai raporundan öğrenebildiğimiz kadarıyla bu sorunlar şu şekilde özetlenebilir: 

- Köyden kente göç olgusu Alevi ocaklarının otantik hiyerarşisini ve dolayısıyla kendi geleneksel dini hayatlarını bozmuştur: Daha önce de belirttiğim gibi, Aleviler farklı ocaklardan oluşan bir kitledir. Bunlar yaşadıkları bölgeye, bağlı oldukları aşiret yapılarının etnik ve kültürel özelliklerine göre farklı süreklere sahiptir. Bir Alevi köyünde ibadetlerin yapılabilmesi için bağlı oldukları dede / pir köyünden gelen dedelerin rehberliği gerekir. Birçok Alevi ocağında bundan dolayı problemler çıkmaktadır. Şöyle ki, Malatya’dan İstanbul’a göç eden - diyelim ki Ağuçan Ocağına bağlı- bir Alevi ailesinin düzenli ibadetlerini kendi usullerine göre yerine getirebilmek için yine Ağuçan Ocağından bir dedenin rehberliğini ihtiyaç vardır. Fakat büyük şehir ortamında bunu bulabilmek gayet güçtür. Bundan dolayı 1940 ve 50’li yıllarda  birçok Alevi vatandaşımız kendi ibadetlerini otantik yapısı içinde yaşatamamış, ya asimile olup Sünnileşmiş ya da dini aidiyetini kaybetmiştir. Büyük şehir ortamında kasaba ve köy hiyerarşisinin korunamaması, şehirlerde çok farklı bir hayat tarzının içinde olan gençleri Alevi ocaklarının geleneksel toplumsal hiyerarşisinden kopartmıştır. Büyükşehirlerdeki bu problem 1960’lı yıllardan itibaren cemevlerinin kurulması ile çözülmeye çalışılmıştır. Genelde büyükşehirlere belli bir bölgeden gelen insanlarımız aynı mahallelerde yerleşmiş ve adeta gayr-ı resmi bir gettolaşma oluşmuştur. Cemevleri hem vatandaşlarımızın ibadet ve sosyalleşme ihtiyaçlarını giderdikleri birer mekân olarak hem de hemşeri dernekleri benzeri kurumlar olarak bir işlev sahibi olmuştur. Ancak bu şehirlerin bir burjuva toplumu olması için gerekli şartları engelleyen bir süreçti. Sadece Alevi vatandaşlarımız değil, Sünni vatandaşlarımız da, kendi yörelerine göre tarikat ve hemşeri dernekleri etrafında örgütlenmekteydi.

- Alevi vatandaşlarımız Cemevlerinin ibadethane olarak kabulünü talep etmektedir: Bu yazı dizisinde anlatmaya çalıştığım en önemli husus Aleviliğin bir mezhep olmadığı, farklı ocakları içerdiği ve bu ocakların tam olarak olmasa bile tarikat benzeri bölgesel ve etnik oluşumlar olduğudur. Türkiye Cumhuriyeti’nde resmi kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı din hizmetini vatandaşlara eşit olarak vermekle yükümlüdür. Ancak, bütün diğer tarikatlar gibi, Alevi Ocakları’nın tekke ve zaviyeleri kanunla kapatılmış ve yasaklanmıştır. Sosyal Devlet ilkesi temel alınırsa, Alevi vatandaşlarımızdan toplanan vergilerle onların istediği ve ihtiyaç duyduğu dini hizmetlerin devletçe verilmesi gerekir. En azından yasaklanarak kösteklenmemesi gerekir. Ancak mevcut kanunlar Alevi ocaklarını diğer tarikatlarla aynı kategoride sınıflandırmaktadır. Eğer cemevleri camilere alternatif bir ibadethane olarak tanımlanırsa, o takdirde, bu toplumsal bölünmeyi arttıracak bir etki yaratabilir. Sorun toplumsal bir sorun olmakla birlikte, sorunun kaynağı tekke ve zaviyeler hakkındaki kanundur. 

- Alevi vatandaşlarımız kendilerinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nda temsil edilmesini talep etmektedir: Eğer bir milletin içinde farklı bir dini yoruma gören yaşayan insanlar varsa ve bunlar düzenli olarak vergi veriyorlarsa devletin din hizmetlerini bu vatandaşların isteği doğrultusunda yerine getirmesi gerekir. Bunun için bu vatandaşların ilgili din hizmetlerini yürütmekle görevli kurumda temsili de gayet haklı bir taleptir. Burada problem her ocağın temsilcilerinin diyanet işlerine girmesi halinde bunun pek de sonuç alıcı bir kurum olmayacağıdır. En azından asgari ölçülerde ortak bir erkânın kabulü ve Alevi toplumunun tamamını temsil edecek bir heyetin oluşması gerekir. Eğer cemevleri resmen tanınacaksa ve din görevlileri (Dede ve Babalar) burada görev alacaklarsa bunların belli bir standart eğitimden geçmesi (bu eğitim süreci de yine bizzat Alevi toplumu tarafından belirlenmelidir, DMD) ve bütün ocakların üzerinde ittifak edeceği ortak bir süreğin belirlenmesi gerekir. Her ne kadar Alevi olmasam da, Ehl-i Beyt bendesi ve Bektaşi muhibbi bir Sünni olarak benim kendi şahsi önerim Bektaşi erkânı temelinde ortak standartları belirleyecek, ocakların otantik yapısını bozmadan, devletimizin de desteğini alan, bir Alevi Din Hizmetleri kuruluşu oluşturulmalıdır. Bu tamamen Alevi toplumunun kanaat önderleri ve dini rehberlerinin katılacağı bir heyet olup devletimiz tarafından bir bütçe tahsis edilmelidir.  Burada en önemli sorun da Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanundur. 

- Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun’un lağvedilmesi ve bütün tarikatlar ve Alevi Ocakları’na tüzel kişilik verilmesi gereklidir. Diyanet İşleri Başkanlığı himayesinde Sultan II. Mahmut’un kurduğu gibi bir Meclis-i Meşayih ihdas edilmeli, bütün tarikat vakıfları ve dernekleri resmi kimlikleri altında Vakıflar Genel Müdürlüğü ve İç İşleri Bakanlığı denetiminde olmalı, ticaret ve siyasetle ilgileri denetim altına alınmalı, para akışları MASAK ve Maliye Bakanlığı denetiminde olmalıdır. Bunun haricinde bütün tarikatların dini bakışları ve tarikat ibadetleri, hangi hocaların posta oturacağı gibi konular kendi aralarında alacakları kararla belirlenmelidir. Böyle bir yapı altında Sünni tarikatlarda siyasetle iştigal ve merdiven altı kara para yapılanmaları kontrol altına alınırken, Alevi ocaklarının bazısında hakim olan marjinal sol ve devlet düşmanı gruplaşmalar da engellenir. 

- Zorunlu din derslerinin yol açtığı sorunlar: Alevi kardeşlerimiz de bizim gibi halis Müslümanlardır. Zorunlu din dersleri, her Sünni ve Alevi Müslümanın bilmesi gereken temel itikadi ilkeleri veren, İslam tarihi ve Peygamberimizin hayatını öğreten, iman ve ahlak ilkelerini işleyen dersler olmalıdır. Örneğin namaz surelerini öğrenmek her Müslüman için  gereklidir. Cem Ayininde de Fatiha ve zamm-ı sure okunmakta, Peygambere ve Ehl-i Beyte salavat getirilmektedir. Bunun haricinde Alevi Erkânının temel ilkelerinin hem Sünni hem de Alevi öğrencilere öğretilmesi de gereklidir. Ancak, öncelikle, üzerinde bütün Alevi Ocaklarının ittifak edeceği standart bir erkân / sürek olmalıdır. 
Burada yazdıklarım benim şahsi ve samimi görüşlerimdir. Biliyorum ki, bu toplumsal süreç gayet karmaşık ve farklı çıkar çatışmalarını da içeren bir süreçtir. Ancak en önemli eksiklik neye ve niçin inandığını bilen aydın din adamı eksikliğidir. Umarım ülkemizin ve milletimizin kardeşliği ve birliğini kuvvetlendirecek çözüm odaklı politikalar geliştirilir.