DİL ÖĞRETİMİNİ TUZLAYALIM KOKMASIN

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Eğitim sistemimizdeki en büyük yara, başta anadilimiz olan Türkçe olmak üzere, yabancı dil öğrenimindeki başarısızlıktır. "Başarı seviyesinin düşüklüğü" değil, "başarısızlık" diyorum; çünkü ortada bir başarı olduğunu iddia etmek çok zor.

Millî Eğitim Bakanlığı makamına geldiğinden beri sayın bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk'tan çok şey bekliyoruz. Beklentilerin çok olması, sorunların büyüklüğü ve âciliyetinden kaynaklanıyor.

Birçok Avrupa ülkesinin nüfûsundan daha çok öğrenciye sâhip olmamız; bir milyondan fazla öğretmenimiz; son yıllarda bütçeden en büyük payı alan bakanlığımız; ücretsiz dağıtılan kitaplar; devlet okulları ile özel okullar arasında altyapı açısından fark kalmaması ve daha nice etken sebebiyle gözler eğitim-öğretim kalitesine çevrilmiş durumda. Bu dikkatlerin müşahhas hedefi de tabi ki sayın bakanımız.

Tüm eğitim sistemini bir yazıda ele almak mümkün olmadığı için, bugün dil öğretimimiz üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle şunu belirtmek isterim. “Dil eğitim” yerine, “dil öğretimi” tâbirini kullanmak daha doğrudur. Zira dilin farklı alanlarını kullanarak her hangi bir konuda eğitim verilir, ancak dilin kendisi öğretilir. Dolayısıyla örneğin “İngilizce eğitimi” değil, “İngilizce öğretimi”dir. Eğitimin dili olur, ama dil eğitimi olmaz. Bu kavram kargaşasının birçok olumsuz sonuçlarını görmek mümkündür. Bu sonuçlardan en önemlisi, ülkemizdeki eğitim sisteminde kullanılan dilin ne olduğu ve ne olması gerektiği konusunda yaşadığımız sıkıntıdır.

Dil yarası

Eğitim sistemimizdeki en büyük yara, başta anadilimiz olan Türkçe olmak üzere, yabancı dil öğrenimindeki başarısızlıktır. “Başarı seviyesinin düşüklüğü” değil, “başarısızlık” diyorum; çünkü ortada bir başarı olduğunu iddia etmek çok zor. Anadilimiz ve kültürümüzün omurgası olan Türkçeyi zâten okul yaşımız gelmeden önce, âilemizden ve çevremizden öğreniyoruz. Dinleme-konuşma-okuma-yazma olarak bilinen dil becerilerinden ilk ikisi konusunda herhangi bir sorun yok. Herkes konuşabiliyor. Ancak işin örgün eğitim ile edilmesi gereken tarafında okuma ve yazma becerimiz, kuruma tehlikesi içindeki göle benziyor.

Anadilimizde durum böyle olunca yabancı diller konusunda bir başarıdan söz etmek de mümkün değildir. Bu imkânsızlığın ispatını da bâzı istatistik bilgileri vererek yapmak istiyorum. Son yapılan üniversite sınavlarındaki sorularından örnek vereceğim. Türkçe sorularını, sınava giren bütün öğrenciler cevaplamak zorundadır. Yabancı dil puanı ile bir bölümü girmek isteyenler de, beş dilde (İngiliz, Fransızca, Almanca, Arapça, Rusça) hazırlanan yabancı dil sınavlarından birine giriyorlar. Türkçe sorularının sayısı 40, yabancı dil sorularının sayısı ise 80.

Aşağıdaki tabloyu iyi incelemenizi rica ediyorum.

Dil
Soru Sayısı
Ortalama doğru cevap
%
Türkçe
40
16,316
40.79
İngilizce
80
48,992
61.24
Fransızca
80
33,629
40.04
Almanca
80
38,991
48.74
Arapça
80
10,250
12,81
Rusça
80
35,969
44.96

Bu tabloda yabancı diller olarak İngilizce ve Arapça ile ilgili rakamlara dikkat çekmektedir. Türkçenin kırk soruda ortalama on altı doğru cevabın olması da, Türkçe derslerinde dil bilgisine on iki yıl boyunca pek bir şey eklenmediği göstermektedir. Türkçe sorular içindeki paragraf sorularında ortalama doğru cevap sayısı ve oranı ise daha kötü durumdadır.

Diğer taraftan neredeyse varımızı yokumuzu verip, bütün eğitim sistemimizi ipotek ettiğimiz İngilizcenin öğreniminde sadece yüzde 61.24’lük bir başarı oranı yakalanması ise üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Bunda İngilizce seviyesi yüksek olan öğrencilerin, dil puanıyla öğrenci alan bölümleri tercih etmemesi ve dolayısıyla dil sınavına girmemesi de etkilidir.

Diğer dikkat çeken dil ise, Arapçadır. Toplam öğrenci sayısının yaklaşık yüzde 10’unu teşkil eden imam-hatip liselerinde verilen Arapça dil öğreniminde pek başarılı olmadığını anlıyoruz. Bunun diğer bir sebebi de yine, Arapça becerisi yüksek imam-hatip mezunu öğrencilerin dil puanıyla öğrenci alan bölümleri tercih etmemesi olabilir.  

Dolu almıyor, boş dolmuyor

Eğitim sistemimizde hem anadilimiz ihmâl edip hem de diğer yabancı dilleri önemsemezken, İngilizceye verdiğimiz “orantısız önem” bile, beklenen sonucu vermemektedir. Bu, dil öğretimi üzerinden tüm eğitim sistemimizin büyük bir altyapı değişikliğine ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Okulda öğretilenler, hayâtta karşılığını bulmamaktadır. Hayâtı değiştiremeyeceğimize göre, okulu hayâtın gereklerine cevap verecek şekle getirmekten başka bir yol göremiyorum. Gereksiz bürokrasi ve göz boyamaktan başka işe yaramayan ritüelleri bir tarafa bırakıp bu ağırlıklardan kurtulmanın önemli bir ilk adım olacağını düşünüyorum.