​DİRİLİŞ DEĞİL, DOĞUŞ KÜLTÜRÜ

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Bir sosyal antropolog ve dilbilimci olarak olayları linguistik açıdan bakmamam pek mümkün olmuyor.

Bir sosyal antropolog ve dilbilimci olarak olayları linguistik açıdan bakmamam pek mümkün olmuyor. Şuna birçok örnek verilebilir ki, dil hayâtı etkiler. Mesela, geçen hafta Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı, kapitalist kültürün kendini diri tutmak için uydurduğu “Black Friday” (Kara Cuma) hareketi. “Kara” kelimesi üzerine yapışmış olan olumsuz anlamı, satıcının değil alıcının sevindiği “indirim” gibi gösterme olayını yaşadık. Ama bu olay, Türkiye’ye “Efsâne Cuma” olarak yansısa da, “kara” kelimesi yüzünden bâzı kesimler, sivil bir sorumluluk alarak bâzı tavırlar sergiledi. “Efsâne Cuma” değil de, “Kara Cuma” diyen hatta tercüme zahmetine bile girmeden “Black Friday” diyen mağazalar ve markaların boykotu için sosyal medyada kampanyalar yapıldı. İşi bir de “Cumamızı kirlettirmeyiz” sloganıyla “Kara Pazar” boyutuna getirerek “İslâm’ı kurtardığını zannedip” tüketim çılgınlığını körükleme tongasına düşenler oldu ki, onlarınki başlı başına bir yazı konusu.

Tek Bir Kelimenin Gücü

Bu güncel olay bile tek başına, kelimelerin toplum üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkisine örnektir. Bu da, kelimelerin silahtan daha güçlü olduğunu gösterir. İnsanoğlu kelimelerle düşünür ve düşündüğü şekilde hareket eder. Dahası, hareket etme şekli, insanın ve toplumun kaderi hâline gelir. Dolayısıyla düşünürken de, konuşurken de kullandığımız kelimeleri bir sarraf hassasiyetiyle seçmeli, kuyumcu terâzisinde tartarcasına dikkatli olmalıyız.

Eskilerin dediği gibi “söz vücud bulur”. Söz, kemiği olmayan dilden çıktığında, olan ile ölen’e çâre olmadığı gibi, söylenen de geri alınmaz. Dilden kulağa, kulaktan dile dolaşır, yayılır; toplumun şekli, düşünme tarzı, tavrı, hâl ve hareketi olur çıkar.

Doğmak; Her An…

Devletler insanlar gibi doğar, büyür ve ölür, ama soyu devam eder. Devlet de töre ile devam eder. Töre, ezelî ve ebedî olan varlığın sosyal yapıya bürünmüş hâlidir. Tabiatta ölmek ve doğmak vardır, ama ölen bir varlık aynı hâliyle dirilmez; boyut ve hâl değiştirir. Ölen varlık, öldüğü boyutta dirilmez. Onun yaptığı başka ve yeni bir boyutta doğmaktır.

Dirilmek, dil psikolojisi meyânında zıt anlamlısını da çağrıştırır: Ölmek. Yâni dirilişi hedeflemek, ölmüş olmayı kabul etmektir. Ölen, irâde gösteremez. İrâde gösteren, doğuşu gerçekleştirendir.

Doğuş, bir seferlik, bir defâlık ve bir an olan bir şey değildir. Öyle olsa ezelî ve ebedî zincirde yeri olmaz. Doğuş, her sefer, defâlarca ve her an olmaktır. Dirilişin zıttı ölmektir. Ancak doğmanın zıttı batmak zannedilse de, tıpkı güneş gibi, esas olan her ufukta her an doğuş hâlidir.

Doğmak, Zâten Diri Kalmaktır

Tıpkı her canlının doğuşunun bir süreç olduğu gibi, insanın ve insanlardan meydana gelen toplumun doğuşu da bir süreçtir. Bir hamilelik ve bir tahammül gerektirir. An içinde yaşanan; biterken başlayan, başlarken biten bir doğuştur bu.

Doğmak, varlığın Sâhibi ile birlikte olmak; O’ndan olmak, O’nunla olmaktır. Kısaca, O olmaktır. O’ndan ayrı ve gayrı olmamaktır. Ama ölümü tattığı için mutlak O olmamaktır.

Gelin, dirilmek için değil doğmak için çalışalım. Dirilmek yerine doğmayı hâl edinelim. O zaman zâten hep “diri” oluruz.