EMPERYALİZMİN DAYATTIĞI DEVLETSİZ TOPLUM DİSTOPYASI - II

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Bu yazıda şu soruları cevaplamaya çalışacağım: Emperyalizm Soğuk Savaş Döneminden sonra nasıl farklılaştı? Küreselleşme ile nasıl bir bağlantısı var?

Bir önceki yazıda emperyalizmin ne anlama geldiği ve imparatorluk ve sömürge yönetimleri ile ne tür benzerlik ve farklılıklara sahip olduğunu anlatmıştım. Zannedildiği gibi imparatorlukların tamamı emperyalist olarak tanımlanamaz çünkü klasik imparatorluklar sanayi kapitalizmine dayalı bir ekonomi politik sahibi değillerdi. Emperyalizm özü itibarıyla kapitalizmin bir türevidir. Kapitalizm olmadan emperyalizm olmaz. Yine geçen yazıda belirttiğim gibi, “emperyalizm bir ülkenin kendi dışındaki halklara ve/veya diğer ülkelere doğru hâkimiyetini genişletme isteğini içeren bir politika veya ideoloji anlamına gelir.” Bu süreçte merkezi bir kapitalist güç kendine finansal, kültürel ve siyasi açıdan bağımlılaştırdığı ülkeleri kendi çıkarları yönünde güder, kaynaklarını da kendine aktarır. Bu işleri de kendisi bizatihi yapmaz ama emperyalizmin etkisi altındaki bağımlı ülkelerdeki aydınlar ve burjuvaziyi kullanır. Bu dış güçlerin güdümündeki entelijansiyaya “lümpenentelijansiya”, burjuvaziye de “lümpenburjuvazi” adı verildiğinden daha önceki yazılarımda bahsetmiştim.

Bu yazıda şu soruları cevaplamaya çalışacağım: Emperyalizm Soğuk Savaş Döneminden sonra nasıl farklılaştı? Küreselleşme ile nasıl bir bağlantısı var? Tek Dünya Devleti ve Dünya Vatandaşlığı kavramları emperyalizmle nasıl ilişkilendirilebilir?

SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÜNYA, KÜRESELLEŞME VE EMPERYALİZM

Ben 1974 doğumluyum ve 1990 yılında iki kutuplu dünya çöktüğünde 16 yaşındaydım. Bizim çocukluğumuz ve gençliğimiz Soğuk Savaş döneminde geçti. Bu dönemde dünya iki büyük ideolojik blok arasında bölünmüştü. Bu blokların birine mensup olmamayı seçen bir kısım ülkeler de Bağlantısızlar grubunu oluştururdu. Her iki blok da, kendi içinde düzen ve istikrarı kendisi sağlamaktaydı ve birbirlerine karşı kontrollü bir gerilim politikası içindeydiler. Bir bloktan karşı bloğa geçmek de pek mümkün olmuyordu çünkü Kapitalist blokta ABD darbelerle, Komünist blokta da Sovyetler doğrudan işgalle bu girişimleri önlemekteydiler. ABD’nin darbelerine Sovyetler ses çıkarmadığı gibi, Sovyetlerin doğrudan müdahalelerine de ABD ses çıkarmamaktaydı. Her iki tarafı da memnun eden bir denge vardı ve bu denge hiç bozulmayacak gibi duruyordu.

Birden 1990 yılında Sovyetler Birliği dağıldı ve Komünist blok da çöktü. Ortada dev sanayi teşekkülleri ve tam teçhizatlı ordular boşta kalmıştı. Bu süreçte, daha sonra Geçiş Ekonomileri adını alan, eski komünist ülkeler kapitalizm ve liberal demokrasiye intibak etmeye çalışıyorlardı. ABD ve Batı’nın “özgür (!)” demokrasileri bu fırsatı tepe tepe kullanmak istediler ve Sovyetler’den kalan ganimete akbabalar gibi üşüştüler. 1990’ların çoğunda dünyada herkesin ortak kanaati artık tek kutuplu (Amerikan güdümünde) bir dünyanın oluştuğu, her ülkenin buna uyumlu hale gelmesi gerektiği yoksa yok olacağı yönünde idi.

Bu dönemden önce emperyalizm farklı kapitalist güçlerin dünya egemenliklerini arttırma yöntemiydi. İki dünya savaşı, esasen, bu farklı emperyalizmlerin paylaşım kavgasıydı. 1950 – 1990 arası “Allahsız gomanizlere” karşı kapitalist ve emperyalist güçlerin Sam Amca’nın şemsiyesi altında birleştiği ve savaş baltalarını gömdüğü dönemdi. 1990 sonrasında ise artık tek bir emperyalist güç kaldığı söyleniyordu: ABD.

ABD’nin tek emperyalist güç olarak dünyayı koordine etmesinde en büyük kaldıracı da Küreselleşme süreci oldu.

Küreselleşme süreci, temel olarak, dijital teknolojinin sağladığı imkânlarla desteklenen bir şekilde, her türlü sermayenin ülkeler arası serbest hareketi ve özellikle yüksek teknolojili mal ve hizmetlerle imalat sanayi ürünlerinde serbest ticaret anlamına gelmekteydi. Sermaye, kâğıt üstünde sınırsız bir şekilde hareket etmekteydi ama paranın küresel akışına yön veren ve bankacılık sisteminin kredi verme kurallarını belirleyen New York’taki finans baronlarıydı. Öte yandan emek hareketleri sınırlandırılmakta ve başta tarım sektörü olmak üzere emek yoğun sektör ürünlerinin ticareti hala daha kısıtlanmaktaydı. Aslında kurulan tezgâh belli idi: ABD ve onun güdümündeki gelişmiş kapitalist ülkelerde, sanayi, ürünleri ve ileri teknoloji ürünlerinde bir üretim fazlası, bankalarında da tasarruf fazlası birikmişti. Tasarruf fazlasını borç olarak gelişmekte olan ülkelere verip, onların bu borç paralarla kendi üretim fazlalarını satın almaları amaçlanmaktaydı. Yani hem faiz hem de kâr kazanmayı amaçlamaktaydılar. Öte yandan kendi ülkelerinde kârlılığını yitirmiş ve demode olmuş endüstrileri gelişmekte olan ülkelere aktarmayı hedeflediler. Pekiyi bu amaçlarına ulaşmak için ne önerdiler?

Gelişmekte olan ülkelerde 1990’dan sonra üç temel reform (!) – yapısal reform adı altında – piyasaya sürüldü: özelleştirme, dış finansal serbesti ve siyasal liberalizm. Özelleştirme ile milli devletlerin yıllar içinde biriktirdiği servet ve üretim tesisleri haraç mezat batılı kartellere satılacaktı. (Bunu kabul ettirmek için devletin iktisadi teşekküllerinin millete yarar sağlamadığı, aşırı zarar ettikleri, politikacıların buralarda yolsuzluk yaptığı söylemleri gazete manşetlerini süsler oldu.) Dış finansal serbesti ile gelişmekte olan ülkelere merkezi kapitalist ülkelerden tasarruf fazlaları fahiş faizlerle satılacaktı. Kısa dönemli bakışa sahip politikacılar dışarıdan gelecek dolarla üç-beş senelik sahte refah dönemlerinin cazibesine kapıldılar. Ahali de, bol keseden dağıtılan kredi kartları ile AVM’lere ve orada satılan ithal mallara yönlendirildi. Siyasal liberalizm adı altında ise, gelişmekte olan ülkelerde milli değerleri zayıflatan, milletleri etnik ve dini farklılıklarla parçalayan, aile değerlerini yok eden bir bireycilik savunuldu. Milletin gençleri sahip oldukları vatandan çok dünyayı, mensup oldukları milletten çok soyut bir insanlık idealini, milli mutfaklar yerine Amerikan “fast-foodlarını”, kendi seçtikleri milli liderler yerine emperyalizmin örnek gösterdiği sivil toplum kuruluş ve liderlerini, milli kimlik yerine de aşiret ve tarikat kimliklerini tercih etmeye yönlendirildiler. Bizim “aydınlatılmışların” sıkça dillendirdiği gibi, artık “yeryüzü gerçekleri insanlığa tek bir dünya devletini ve bu devletin özgür vatandaşlığını hedef olarak gösteriyordu.”            

TEK DÜNYA DEVLETİ, DÜNYA VATANDAŞLIĞI VE EMPERYALİZM

Teorik olarak tek dünya devleti ile dünyada tek bir para biriminin hakim olduğu, vergilerin bütün dünyada tek bir merkez tarafından toplanıldığı, asayiş ve güvenliğin tek bir merkezden bütün dünyada sağlandığı bir yapı ve bütün insanlığa ortak bir resmi dil önerilmekteydi. Para birimi ABD Doları olacaktı, dünya güvenliği NATO’dan sorulacak ve bütün dünyada resmi dil “gevşek” Amerikan İngilizcesi” olacaktı. Çakır’ın dediği gibi: Ne güzel İstanbul be!...

Bu teoride ancak belli şartlar altında (bütün milletlerin ortak kararı ile milletler üstü kurumlar eliyle) uzun dönemde mümkündür ama pratikte büyük oranda gayr-ı muhtemeldir. Hiçbir milli iktidar sahibi politikacı, hiçbir milli sermayedar (Rahmetli Demirel’in dediği gibi ) “kendi tapulu arazisine gecekondu kurdurmaz…” Ülkelerin bu şekilde tek merkezden koordinasyonu eşit vatandaşlık ilkesi ile gerçekleştirilirse, emperyalizmin de çıkarına olmaz. Bu yüzden New York, Washington ve Londra’nın kodamanları bile böyle eşitlikçi bir yapıyı istemezler. O zaman niye bizim ülkelerde bu “dünya vatandaşlığı kavramı” öne çıkarılır oldu? Örneğin bizde her kesimden “aydınlatılmış” “Türk’üm” demeyi Faşizm, milli çıkarları savunmayı gericilik, erdemli davranışları enayilik, dayanışma ve yardımlaşmayı ise içe kapanma ve yozlaşma olarak gösterdi. Son 4-5 yıldır dini değerler üzerinde de ciddi tahrifat yapıldı. Bir taraftan merdiven altı tarikatların Cinci Hocaları iptidai ve dine aykırı yorumlarını paylaşıp kepazeliklere imza attılar, öbür yanda nereden maaş aldıkları belli olmayan bazı mihraklar da “Deizm” ve “Ateizm” propagandasına başladı. Bu süreçte, ABD’den paraşütle Türk Üniversitelerine indirilen bazı Hoca müsveddeleri de üniversite öğrencilerini, “bir an önce kapağı yurt dışına atın, bu ülkeden bir cacık olmaz!” mealinde yorumlarla “beyin göçüne” ikna etmeye çalıştılar. İşte bütün bu gelişmelerin sebebi küreselleşme sürecinde Amerikan emperyalizminin milli devletleri zayıflatmak, milli birliği parçalamak ve ülkelerin kaynaklarını hortumlamak amacıyla uyguladığı propaganda faaliyetleridir.

Pekiyi niye emperyalizm milli devletlerle çatışır? Bu konuda bilim adamları nasıl görüş beyan ediyorlar? Yerimiz kalmadı, bu sorunun cevabı da Pazartesi’ye kalsın…

Hayırlı Cumalar…