ERDOĞAN'IN BAE ZİYARETİ ÖNCESİ ÜÇ ÖNEMLİ GELİŞME

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları
Bu yazı kaleme alınırken Cumhurbaşkanı Erdoğan, ilk kez kasım ayında dillendirilen, Birleşik Arap Emirlikleri'ne iadeyi ziyareti gerçekleştirmek için hazırlanıyordu.

Bu yazı kaleme alınırken Cumhurbaşkanı Erdoğan, ilk kez kasım ayında dillendirilen, Birleşik Arap Emirlikleri’ne iadeyi ziyareti gerçekleştirmek için hazırlanıyordu. Bu ziyaretin, Ankara-Abu Dabi normalleşme sürecinin geçici bir hamle olmadığını, bir sürecin hem parçası hem de sonucu olduğunu göstermesi bakımından bir elbette önemi var. Bilindiği üzere Türkiye-BAE arasındaki yeni yakınlaşma aslında Al-Ula Anlaşması ile başlayan Körfez Arap ülkeleri arasındaki çatlağın tamir edilme sürecinin bir uzantısı. 2017 Katar ambargosu ve Körfez’deki çatlak Arap Baharı sonrasında Körfez içerisinde yaşanan mücadelenin bir sonucuydu. Bunu bilenler bugün gelinen noktada bölgedeki ülkeleri birbiriyle diyalog kurmaya iten asıl nedenin, genel jeopolitik konjonktür olduğunun farkındalar. Bu konjonktür, 2011 ve 2017’deki arzular ve hayal kırıklıklarıyla değil bugünkü risk ve fırsatlarla, bugün aktörlerin sergiledikleri direnç, güç pozisyonu ve kırılganlıklarla ilgili. Dolayısıyla odağımızı bugüne kaydırdığımızda bu hafta gerçekleşecek ziyaretin özel bir önemi olduğunu da söylemeliyiz zira üç önemli gelişmenin akabinde gerçekleşiyor.

ABD’nin Katar sevgisi

İlk gelişme Biden’ın Katar Emiri Temim bin Hamad Al Sani’yi Oval Ofis’te kabul ettiği dakikalarda yaşandı. Kabul esnasında Biden, Katar’ı “güvenilir ve kabiliyetleri bakımından yeterli” bir ortak olarak gördüklerini belirterek Doha’ya “ABD’nin NATO üyesi olmayan müttefiki” statüsünü vermek istediğini söyledi. Biden’ın açıklamalarının, özellikle 2019’dan itibaren Washington ve Doha arasındaki stratejik diyaloğun boyutunu bilenler için sürpriz olmadığını hatırlatalım. ABD, Asya-Pasifik dışındaki bölgelerdeki gücünü yeniden ayarlarken iki şeyi göstermeye çalışıyor: İlki, istediği zaman gücünü azalttığı/azaltacağını açıkladığı alanlara geri dönebileceği hissini vermek. Bu nedenle de çeşitli bahanelerle arada, hedef odaklı, ses getirici ama fazla angajman gerektirmeyen operasyonlarla yüzünü, hareket serbestliğine sahip olduğunu gösteriyor. Hele bu tür operasyonlarla birden çok aktöre birden çok mesaj verebiliyorsa bu Washington’u daha da sevindiriyor.

ABD İdlib’de neden yüzünü gösterdi?

Geçtiğimiz haftalarda İdlib’de El Kureyşi’ye yapılan operasyon bunlardan biriydi. Operasyon bölgesinin yeri ve zamanlaması; PYD’ye destek mesajı, İran’a ve Rejim’e ABD’nin neye muktedir olduğunu gösterme ve benzeri mutat Amerikan stratejilerinin yanında Washington’un hassas Türkiye-Rusya dengesini kaşıyıp kaşıyamayacağını kendi kendine sorduğunu gösteriyor. İdlib bağlamında ABD’nin Rusya’nın alanını kısıtlamakla ilgili fırsattı yakaladığında kullandığını biliyoruz. Muhtemelen Moskova’da/Şam’da birileri geçmişte James Jeffrey’in HTŞ ile ilgili ılımlı mesajlarını hatırlıyordur. Kısaca, ABD-Rusya çekişmesi ve tansiyonu bir yerlerde artıkça, bunun doğrudan ve dolaylı etkilerini Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da özellikle de sürüncemede kalan meseleler üzerinden daha çok hissedilmeye başlayacak.

Eski ortaklara sıcak mesaj

İkincisi ABD, bölgeye eski ortaklarıyla ilişkilerine geri döndüğü, bu ortaklarının da “askeri, ekonomik, diplomatik yeteneklere sahip müttefiklerden olması gerektiği” sinyalini veriyor. ABD’nin Körfez özelinde dahi müttefikleriyle çok sorunlu bir ilişkisi var. Biliyoruz ki Washington bölge ülkelerinin sinirlerini İran ile nükleer pazarlıklara oturduğu ve bu pazarlıklar sonucunda Tahran ile anlaşmaya karar verdiği andan itibaren kaşıdı. 2011’de ABD’nin önce sokaklara, sonra darbelere ardı ardına verdiği destek de unutulmuş değil. 2017’de Körfez krizinin çıkışını da ARAMCO saldırılarıyla sonuçlanan tırmanma sürecini de nasıl cesaretlendirdiğini kimse unutmadı. Zaten bu nedenle geçtiğimiz hafta Körfez eliti iş yapmak için ABD’nin protesto ettiği, 1936 Olimpiyatlarına benzettiği Pekin Olimpiyatlarında Çin siyasal eliti ile fotoğraf çektirmekle meşguldü. Ancak, bölgede ABD’ye kimse güvenmese de Biden’in Katar’ı kazanmak için hamle yapmasının tek nedeninin LNG pazarlıkları olmadığını da hemen hemen herkes biliyorlar. Mesele bölgede kapasite sahibi aktörleri yine yeniden ABD’nin dost ve müttefikliğinin değerli olduğuna ikna etmek. Bu tür bir cümle kurduğumuzda genel tepkimiz dudak bükmek şeklinde oluyor doğal olarak. Washington’un onca hatalı politikasından sonra büyük bir inandırıcılık sorunu var. Fakat ABD’nin elinin tamamıyla boş olduğunu söylemek de zor. Zaten yaşanan ikinci gelişme, ABD’nin inandırıcılık sorununu aşmak için bölge aktörlerini çok sürüncemede bırakmayacağını gösterdi.

Yemen kaosu hala Körfez’in başına dert

Bilindiği üzere tam Viyana’da görüşmeler yeniden başlayacakken BAE ve Suudi Arabistan hedefleri Yemen üzerinden Husiler’in saldırısına uğradı. Tahran ve Husiler arasındaki ilişki bir sır değil yine de niçin şu anda Tahran böyle bir hamlenin önünü açtı, bu soru işareti olmaya devam ediyor. Bu sorunun cevabı bölgedeki vekalet savaşlarının getirisi ve götürüsünü analiz etmek için önemli ama sonuç Körfez ülkelerinin güvensizliği noktasında bir şeyi değiştirmiyor. Bu nedenle Washington bu sefer, işi yokuşa sürmeden, F-22 savaş uçaklarını BAE’ndeki ABD üssüne gönderme kararı aldı. ABD, caydırıcılığının müttefikleri için geçerli bir ödül olduğunu kanıtlamak için uğraşırken kabul etmemiz gereken bir gerçek daha var: Afganistan’dan Doğu Akdeniz’e Washington çekildiği alan ve projelerle bölge aktörleri için kazanç-maliyet hesaplarını değiştirdi. Bu noktada BAE ve Suudi Arabistan, ABD’nin Katar hamlesinin hem geldiğini görmüş olmalılar hem de bu hamleyi Al-Ula Anlaşması ile kolaylaştırdılar. Bu resimde Ankara ile girilen diyaloğun sadece basit bir normalleşme adımından daha çok anlam içerdiğini söylememiz gerek.

Libya’nın zor haftası

Bu hafta yapılacak ziyarete özel bir önem yükleyen üçüncü gelişme Libya’da yaşandı. Bilindiği üzere Libya 2014’ten itibaren iç savaşın ağır yükünü tecrübe ediyor. İç savaşın sona ermesi ile ilgili umutlar geçtiğimiz yıl taraflar Ulusal Birlik Hükümeti üzerinde anlaşınca yeşermişti. BM’nin de desteğini alan UBH, Abdül Hamit Dibeybe yönetiminde Libya’da seçimleri gerçekleştirmek için çalışmakla görevlendirilmişti. Batılı aktörlerin özellikle seçim takvimini aceleye getirmek için bastırması, seçimlerde aday olacak aktörler ve kriterler üzerinden seçim sürecinin kaşınması, bitmek bilmeyen kişiselleştirilmiş etki alanı genişletme mücadelesi nihayetinde alınan seçimlerin ertelenme kararı aslında kimseyi şaşırtmadı. O günden beri Tobruk merkezli meclis ile Trablus merkezli hükümet arasındaki ayrılık yine görünür hale geldi. Geçtiğimiz hafta Tobruk meclisi Dibeybe’nin başbakanlığını tanımadıklarını açıklayarak Fethi Başağa’yı yeni başbakan olarak görevlendirdiler. Dibeybe ise, ciddi bir suikast teşebbüsünden kurtulduktan hemen sonra, Tobruk Meclisi’nin kararını kaosa ön açıcı bir karar olarak nitelendirdi ve yeni bir seçim yasası sözü vererek görevinin başında olduğunu söyledi. BM’nin desteği de Trablus hükümeti için devam ediyor. Ancak, Hafter’in Tobruk meclisinin kararını desteklediği düşünüldüğünde- ki bu destek kayıpta olan Hafter’in kendini hatırlatma çabası da olabilir, meselenin sadece Başağa, Dibeybe ve Akila Salih arasındaki siyasi rekabet olmadığı açık. Ayrıca Libya, Rusya’nın varlık gösterdiği alanlardan biri ve bu varlık meşru bir sürecin parçası olmadığı için, bir anlaşmaya bağlanmadıkça çatışmanın devamına bağlı bir varlık. Bu noktada Libya’daki gelişmelerin anlamını bilen aktörlerin diyaloğu önem ve anlam kazanıyor. Kısaca, bu hafta Sayın Cumhurbaşkanımızın gerçekleştireceği BAE ziyareti, yatırım, normalleşme süreci ve ikili işbirlikleri dışında da dikkatlice izlenmeyi hakkediyor.