HANGİ AKIL?

Dr. İlhami FINDIKÇI
Yeni yılın ilk günlerinde gelin bir muhasebe yapalım. En önemli sermayemiz olan zamanımızı, onun bağrında süren hayatımızı ve tekrarı olmayan bu eşsiz temel iki kaynağı yöneten aklımızı, nerede ve nasıl kullandığımıza bakalım. Hayat defterimizin sayfalarını süsleyen kayıtlar neler söylüyor görelim? Görelim ki kalan ömrümüz daha da bir anlam kazansın.

Bugün modern dünyanın insanları olarak haz ve hızın egemenliğinde giderek madde odaklı bir hayata mahkûm olduğumuzu, manayı arama yolculuğumuzun neredeyse durduğunu artık biliyoruz. Zira bitmek bilmeyen sınavlar, kariyer edinme, para kazanma, eş bulma, iş bulma, ticaret, makam ve mevki arayışı, çocukları yetiştirme, siyaset gibi hayatımızı süsleyen tüm uğraşların özünde maddi kaygılar taht kurmuş. En kıymetli kaynaklarımız olan hayatımız,  zamanımız ve aklımız, tüm yaşamımıza nüfuz eden ‘kendimiz için daha çok kazanma’ hırsının emrine giriyor.  

Dolayısıyla yaşamı etkileme gücüne erişen sanal hayat alışkanlıkları, anlık hazların gölgesindeki mutluluklar, bizi doğal yaşam geleneğinden, kendi gerçeğimizden, temel yaşam sevincinden ve umudundan hızla uzaklaştırıyor. Ruh ve mana değerlerimiz zayıfladıkça yeryüzündeki varlık nedenimizden de uzaklaşıyoruz.

Modernitenin Mecnunları

Peki, böyle bir ortamda akıl etmekten sorumlu olan insanın aklı nerededir? Zira yüksek zihinsel fonksiyonlara sahip, varlık âleminin en üstün canlısı olan insan, aklı ile hayata anlam veren, zamanın kıymetini bilen ve böylece kendini bilme yolculuğuna çıkan yegâne canlıdır. Ancak her seyahatte olduğu gibi kendini bilme yolculuğu da engellerle doludur. Bugün sanal dünyanın ürettiği söz konusu engeller, yeryüzünün terazisi olması gereken aklımızı örtecek düzeye ulaşmıştır. Kays’ın aklını örterek Mecnuna döndüren Leyla gibi madde odaklı sanal yaşam da günümüz insanının aklını örtmüştür. Ve modernitenin mecnununa dönüşüyoruz hızla. Leyla’sı olmayan mecnunlar.  

Aklı örtülen insan; kendini bilme yolculuğundan, tekâmül etmekten ve nihayet insan olmaktan geri düşüyor her geçen gün. Çünkü toprağı, dünyayı, bedeni temsil eden maddi değerler ve hayatı süsleyen sanal gerçekler; semayı, gaybı ve manayı temsil eden değerleri gölgede bıraktı da hakikatimizden ayrı düştük ve ruh dengemiz bozuldu.

Rönesans’tan bu yana hayatın merkezine yerleştirilen birey ve bireysellik, geleneksel toplum insanını, dijital yalnızlık girdabına sokarak kendi benliğinde kaybolacak düzeye getirmiştir. Soyut zihinsel potansiyelimiz (IQ), duygusal zekâ (EQ) potansiyelimiz ile kalp ve gönül zekâsı olarak da bilinen moral zekâ (MQ) potansiyelimizi zayıflatmıştır. Böylece aklımız; çoğu zaman yanlış olduğunu bildiği halde dürtülerimizi kontrol etmekten, nefsimizi yönetmekten, irademizi ortaya koymaktan aciz kalmıştır. Sonuçta zaten dalgalı bir deniz olan hayatta savruluyor ve hal ehlinden kal ehline doğru yol alıyoruz hızla. Beynimizin frontal lobunda mukim olduğu düşünülen aklımız, limbik sistemde yer alan duygularımızı yönetmekte yetersiz kalıyor ve ahlakımızın aşınmasına engel olamıyor.

Kalbimizin Aklı

Peki, ne yapalım? Öncelikle duruma seyirci olmaktan çıkmak ve hayatımızdaki şeyleri, tekrar yerli yerine koymak zorundayız. Algıladığımız gerçeklerin sınırlı olduğunu ve bize yetmeyeceğini görmek zorundayız. Beş duyumuzla sağladığımız verilerle ve günü kurtarmaya indirgediğimiz aklımızı (aklı maişet), yeniden üst akıl etme fonksiyonlarına (aklı külli) doğru yükseltmemiz, ilham, sezgi, hayal, düşünme güçlerimizi daha fazla kullanmamız ve kalbimizin aklına daha fazla emanet olmamız şarttır. Zira sınırlı olanla sınırsıza ulaşamayız.

Ancak o zaman beş duyumuzun bize taşıdıklarına hapsolmaktan kurtulur, daha yüksek düzeyli bir bilinci sağlayacak akla, zamanın kokusuna ve hayatın anlamına yöneliriz. Bir anlam arayışının peşine düşer, insan olmanın gerektirdiği temel soruları sormaya başlarız. Zira ‘Ben kimim? Zaman nedir? Hayat nedir?’ soruları, kendimizi bilme yolculuğunun giriş kapılarıdır. Bu kapılar ki bizi, külli mananın aşkıyla buluşturur.