"HİKÂYET-İ ŞEHR-İ SİTANBÛL"*- I

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
*İstanbul Şehrinin Hikâyesi

“Bû Şehr-i Sitanbul ki bî misl-ü bahâdır

Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır.

Bir gevher-i yekpâre iki taht arasında

Hurşîd-i cihan tâb ile tartılsa sezadır. 

Nedîm”

Şehirlerin nasıl oluştuğunu ve tek merkezli şehirden metropole uzanan gelişim sürecini geçen yazıda incelemiştim. Bugün istedim ki size güzel şehrimiz İstanbul’un hikayesini anlatayım. 

Bazı şehirler özelliklidir. İstanbul ise özellikli şehirler arasında özelliklidir, ayrıcalıklıdır. Coğrafi konumu eşsiz, tarihi engin, insan malzemesi zengindir. Ancak bu zengin insan malzemesi organize değildir. Özellikle son 40 yılda (1980 sonrası) “İstanbullu” kimliği aşınmış ve bugün ortadan kalkmıştır. İstanbul’un sakinlerinin İstanbul’lu olmak gibi bir kültürel aidiyete sahip olmaması, şehrin kimliğini de ortadan kaldırmıştır. Evet, İstanbul bir metropoldür, ama her metropolde olduğu gibi temel özelliklerini içeren kendine has bir kimliği kalmamıştır. Dengesiz ve plansız sanayileşme politikaları, çarpık ve düzensiz bir İstanbul’a yol açmıştır. Bu yüzden kentsel iktisat modellerinin hiç birini yansıtmayan amorf bir yapı ortaya çıkmıştır.

Türk toplumu göçebe kökenli bir toplumdur. Türk şehirleri obalar halinde gelen boyların oba halinde yerleştiği ve kendi adlarını taşıyan mahallelerden oluşmuştur. İstanbul ve mahalleler hakkında 24 Eylül 2018 tarihli “Ölüler, Deliler ve Veliler” adlı yazıda şöyle yazmışım:

“…İstanbul şehri, ya da büyük şairimiz Yahya Kemal’in deyimiyle “Türk İstanbul” görkemli kâşanelerin, devasa sarayların şehri değildir. İmparatorluğun her tarafından gelen insan topluluklarının her birinin ayrı bir hassasiyet ve zevkle donattığı yüzlerce küçük semt ve mahalleden oluşur. Denebilir ki, İstanbul’un her semti ayrı bir küçük İstanbul’dur. Tanzimat’tan sonra Batı’nın gösterişli ve sonradan görme türedi şehirlerini örnek alarak Padişahlar ve Paşalar dev ama zarafet ve tevazudan uzak saraylar yaptırmıştı. Ama eski İstanbul’un ve eski Osmanlı’nın ihtişamının simgesi Topkapı Sarayı öyle değildir. Her biri zaman içinde ana yapıya eklenmiş küçük yapılar kompleksidir. Nasıl İstanbul her biri farklı ve her biri ayrı güzel mahalleler kompleksi ise Topkapı Sarayı da her biri farklı ve her biri ayrı güzel küçük yapılar kompleksidir. İşte bu, Osmanlı Türk şehrinin ana birimini oluşturur: Mahalle…

Genelde Türk toplumunun ve özelde İstanbul’un geleneksel hayatında mahalle merkezi bir yer tutar. Mahalle adeta büyük bir ailedir. Komşular, esnaf, mahalle imamı, bekçiler, öğretmenler, kabadayılar… Sanki bütün bu insanlar aynı evin içinde yaşar gibidir. Herkes birbirinden haberdar olur, sevinç ve tasaları paylaşır. Mahalleyi oluşturan ana düstûr dayanışmadır. Üç Silahşörlerin meşhur sloganı gibi: ‘Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!’… ”

İstanbul da, Fatih fethettikten hemen sonra, Anadolu ve Rumeli’nden grup grup gelen Türkler ve diğer kavimlerden yeni yerleşimcilerin mahalleler halinde yerleşmesiyle yeniden tasarlanmıştı. Ancak… Ta Büyük Konstantin’den o ana dek İstanbul’un bütün şehirlerden farklı bir özelliği vardı: Bir İmparatorluğun merkezi olmak. Fatih’le beraber, İstanbul’un İmparatorluk merkezi olma özelliği aynen kalırken, yeni gelen yerleşimcilerle beraber İstanbul’un kimliği de zenginleşti. Klasik dönem Osmanlı İstanbul’u hem idari merkez hem de ticari merkezdi. Aynı zamanda, her çağın kendi ölçeğine göre, her daim bir metropol olmuştu. Yani etkisi kendi sınırlarının çok dışına taşan, adeta kendi başına ayrı bir ekonomi gibiydi. Klasik dönem Osmanlı sanatının, kültürünün, ekonomisinin, ticaretin ve siyasetin merkezi hep İstanbul’du.

Cumhuriyet’le birlikte İstanbul’un idari merkez olma özelliği ortadan kalktı. Savaştan çıkmış Türkiye’de ne doğru düzgün bir sanayi ne de tarım vardı. Dolayısıyla, (son haliyle bile) Hicaz’dan Tiran’a kadar olan uçsuz bucaksız bir İmparatorluğun merkezinden, artık ıssız, sessiz ama çok güzel bir şehir kalmıştı. Yine de, genç Cumhuriyet’in kültür, sanat, ticaret ve eğitim merkezi İstanbul’du. Sanayileşme, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, planlı ve dengeli bir şekilde yurdun her tarafına dağıtılmıştı. Kurulan fabrikalarla birlikte onları tamamlayacak eğitim ve sağlık merkezleri, sosyal tesisler, ulaştırma hatları da yapılmaktaydı. Yani sanayileşme, önceden planlanmış bir şekilde hedef bölge ve hedef sektörlerle bütün yurt sathına dağıtılmaktaydı. Süreç böyle giderken, araya Atatürk’ün vefatı, İkinci Dünya Savaşı ve savaş sonrası güç paylaşımı süreci girdi. Soğuk Savaş’ta içinde yer aldığımız ittifakın da etkisiyle, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet dönüştürülerek NATO Cumhuriyeti haline getirildi. 60’lı yıllardaki 7-8 yıllık planlı kalkınma dönemi hariç, NATO Cumhuriyeti planlı kalkınmayı, sanayileşmeyi ana hedef olmaktan çıkardı. Türk devleti ve Türk ekonomisi NATO ittifakının askeri –stratejik önceliklerine göre yeniden tasarlandı. Bu tasarımda, ülkenin hızlı kalkınması ve teknoloji düzeyinin yükselmesi gibi hedefler yoktu. Türkiye ülkeler hiyerarşisinde, teknoloji ve rekabet yarışında olduğu yerde kalmalıydı, sermaye ve emeğin sektörler arasında dağılımı buna göre uyarlanmalıydı. Bu tasarımın adı da, utanmadan, “piyasa dostu politikalar”, liberalleşme, yapısal reformlar olarak kondu. Evet, bu süreçte Türkiye’de sanayi yatırımları oldu, fakat bu yatırımlar devlet eliyle değil yabancı kartellerin içerdeki taşeronu olan yerli holdingler tarafından yapıldı. Burada, siyasiler de, ülke ekonomisinin mekânsal özellik ve ihtiyaçlarına değil, ama yabancı ortaklı yerli holdinglerin kâr ve çıkarlarına öncelik verdiler. Limanlara en yakın, nüfus olarak en kalabalık Marmara Bölgesi genelde, İstanbul – Kocaeli – Bursa üçgeni özelde bu yatırımların merkezi haline geldi. Kimse, “Bu bölge ağır sanayi bölgesi mi olmalı yoksa kültür, sanat, ticaret, eğitim ve finans merkezi mi olmalı?”, diye sormadı. Soranları da, “Söyletmen, vurun Gomanise!”, diye susturdular. Özel ekolojisiyle dünyanın en zengin balıkçılığının yapılacağı Marmara Denizi bir inşaat çukuruna, Tanpınar’ın “Şehre girerken şeftali kokuları sizi karşılar ve şehrin içinde çeşmelerden akan su sesi ile mest olursunuz”, diye nitelediği Bursa beton yığınına, birinci sınıf tarım arazisi ve aynı zamanda birinci derece deprem bölgesi Adapazarı ve Kocaeli insanlar için betondan mezarlığa dönüştürüldü. Tabii ki, bu sürecin bölgenin ve ülkenin kalbi olan İstanbul’u etkilemesi de kaçınılmazdı.

Başta da belirtiğim gibi, İstanbul ve diğer Türk şehirleri, her biri büyük bir aile veya küçük bir şehir olarak tasarlanan mahallelerden oluşmuştur. O yüzden, Batı toplumlarında gözlemlenen tek merkezli şehirlerden farklıdır. Evet İstanbul’un bir merkezi iş bölgesi vardı: Cağaloğlu – Sirkeci - Eminönü – Karaköy – Beyoğlu – Taksim bölgesi. Ancak, dikkat edilirse, bu İstanbul’un bir İmparatorluk Merkezi olması ile alakalıdır. Yoksa, klasik anlamda Türk şehrinde, (sanayi olmadığı için) küçük el imalatı tarzında üretim, konut ve ticaret bölgeleri içiçe geçmişti. Her bir mahallenin, ayrı bir uzmanlığı bulunurdu. Öte yandan bunlar kenar şehir de değildir. Çünkü kenar şehirler, temel olarak, şehrin çeperindeki iş merkezleridir. İşte yukarıda anlattığım çarpık, milli faydadan uzak, plansız sanayileşme İstanbul’un mahallelerini, denizini, şivesini, kültürünü ve yaşamını ortadan kaldırdı. Tarihte olduğu gibi, şehre hücum eden kasaba kökenli insan yığınları, kendi kasabalarındaki tüketim tarzı ve kültürünü de korudular. Sanayi döneminin modern şehir tasarımı ve planlaması olmadan, eski İstanbul’un içine ve çoğunlukla da üstüne yeni İstanbul kuruldu. Burada, mekânsal yerleşimi ve arazi tahsisini belirleyen ana etken de toplumsal fayda değil, kontrolsüz ve denetimsiz kâr iştahıdır.

Yerimiz bu kadar. Devamı Pazartesi’ye…

Hayırlı Cumalar…