HZ. İBRAHİM VE NAZIM HİKMET GİBİ PUTLARI YIKMAMIZ GEREK!

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Tıpkı Hz. İbrahim gibi, Nazım Hikmet de, edebiyatımızda kutsiyet atfedilen ve tabulaştırılan isimlere, onların temsil ettiği sanat anlayışına başkaldırmıştır.

NAZIM BABA’DAN İBRAHİMÎ GELENEK UYGULAMASI

Dolar yeniden 6,5 TL’ya dayandı. Bu demektir ki iktisadi aktörler için risk algısı, hala daha, çok yüksek ve bu algıyı değiştirebilecek hiçbir olumlu gösterge de bulunmamakta. Kapitalizmin krizi ve Türkiye’nin dönemlik krizi yaklaşmaktadır ve hiç kimse ileriyi görememektedir. Ancak bugün teknik iktisat yazısı yazmayacağım. Onu çok yazarız. Teknik iktisat bilgisi sadece yol gösterici bir fener ışığıdır. Ama fenerin ışığında gördüğümüz yol ayrımında hangi yönü tercih edeceğiz? Eğer kafamızdaki önyargılardan arınıp bizim için en doğru yola karar veremiyorsak fenerin ışığı bir işe yaramaz. Haydi Nazım Hikmet’le başlayalım.

1 Ekim 2017 tarihli Eleştirel Kültür Dergisi’nde İsmail Sürücüoğlu’nun yazısından alıntılayalım:

 “Nâzım Hikmet 1929 yılında Babıali’de  bütün genç edebiyatçıların lideri olarak yer almıştı. Yeni bir şiir, yeni bir sanat anlayışı, yeni bir edebiyat anlayışı ile bütün gözleri üzerinde toplamış, yeniciliğin sembolü olmuştu. Babıali’de  eskiden olduğu gibi  ‘yeniler – eskiler’ grupları teşekkül etmiş, Güzel Sanatlar Birliği Edebiyat Şubesi  bu ‘yeniler – eskiler’ gruplarının mücadele ocağı halini almıştı.

… Resimli Ay dergisinde yeni sanat anlayışının ilkelerini ve özelliklerini “Putları Yıkıyoruz” (Haziran 1929) başlığı altında açıklamaya çalışan Nâzım Hikmet, yazılarından birinde Abdülhak Hamid Tarhan’a ‘dahi âzam (son derece zeki)’ diyenleri eleştirerek Resimli Ay’ın Haziran 1929 tarihli sayısında şöyle diyordu: ‘Dahi sanatkarın umumi vasfı mensup bulunduğu milletin içtimai inkişaf merhalesini, beynelmilel bir ehemmiyet alacak derecede ifade etmektir. Fakat kendisi sarayından çıkmayan bir beyzadedir. Hamid Bey devri için yeni, ancak geleceği görememiş, halkıyla bütünleşememiş kuvvetli bir Osmanlı şairidir, işte o kadar!’“

Bildiğiniz gibi putları ilk yıkan Hz. İbrahim’dir. Put zannedildiği gibi sadece sanal tanrıları temsil eden heykel değildir. İnsanların içinde bulundukları toplumsal yapı içinde kutsiyet atfettikleri, otoritenin ve düzenin timsali gördükleri, tabulaştırdıkları kavram ve değerlerdir putlar, aynı zamanda. Hz. İbrahim Asur toplumundaki kurulu düzene – müesses nizama başkaldırmıştı.

Tıpkı Hz. İbrahim gibi, Nazım Hikmet de, edebiyatımızda kutsiyet atfedilen ve tabulaştırılan isimlere, onların temsil ettiği sanat anlayışına başkaldırmıştır. “Putları yıkıyoruz!” sloganıyla kastettiği budur. Abdülhak Hamid de bu devrin en büyük putuydu. Pekiyi biz ne yapalım? Biz de putları yıkalım… İlkönce de kafamızda yarattıklarımızı…   

Türk Milleti olarak biz birçok farklı sebeplerle ortak bazı tabuları kafamızda taşımaktayız. Cuma günkü yazımda bahsettiğim Kapitalizmin yaklaşan büyük krizine ve bu kriz sonrasında oluşacak yeni dünyaya (ki bu yeni dünya kuvvetle muhtemel büyük bir savaş sonrasında da kurulabilir, DMD) uyum sağlayacak ve bu dünyada ayakta kalabilecek bir ülke olabilmemiz için kafamızdaki kendi yaptığımız putları kurmamız gerekir. Nedir bu putlar? Bana göre en öncelikli olanlarını aşağıda sıraladım.

TÜRKLERİN KAFASINDAKİ BİRİNCİ PUT: SERBEST PİYASA EKONOMİSİ

Çok Partili hayat geçtikten, özellikle de NATO’ya üye olduktan sonra Türk Milleti’nin kahir ekseriyeti “komünizm öcüsü” ile korkutuldu, bu korku ile insanların temel problemlerini göz ardı etmesi sağlandı, politikacıların yolsuzlukları bu öcü ile ört bas edildi. Komünizm öcüsü zamanla yazılı ve sözlü medya kanalıyla “devletçilik / devlet düşmanlığına” dönüştü ve son olarak da bu korku ve düşmanlık  “serbest piyasa ekonomisine” koşulsuz inancı dayattı. Halbuki “serbest piyasa” diye bir şey yoktur, biz bunu anlayana kadar fabrikalarımız ve tarım arazilerimiz Avrupalı ve İsrailli firmaların mülkiyetine geçecek. O zaman “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” olacaktır. Türkiye’nin ayağa kalkması için yeni çağın yeni şartlarında devletçi politikaları ve iktisadi planlamayı hayata geçirmeliyiz.    

TÜRKLERİN KAFASINDAKİ İKİNCİ PUT: YAŞAM TARZI

Kapitalist demokrasilerde siyasetin ana dayanağı sınıfların üretim sürecinde aldıkları rol ve üretimden elde edilen artı değerden aldıkları pay üzerine şekillenir. Bizde ise siyaset yaşam tarzı etrafında şekilleniyor. Herkes kendi kılık kıyafetini, yediği içtiğini, dini inancını diğerlerine dayatmak istiyor. Siyasi partiler de bu toplumsal psikolojiyi politika haline dönüştürüyor. Ama üretim süreçlerini değiştirelim diyen yok. Böyle olunca toplumumuz birbirini sevmeyen ve kendi yaşam tarzını kutsayıp diğerininkini ihanet olarak gören düşman gruplara ayrılıyor. Bilelim ki, bütün Türk Devletleri istisnasız, bu tür iç çatışmalarla dağılmıştır. Birbirimize katlanmayalım, birbirimize saygı duyalım!   

TÜRKLERİN KAFASINDAKİ ÜÇÜNCÜ PUT: OSMANLI’YI YENİDEN DİRİLTMEK VE “TÜRK CİHAN HAKİMİYETİ MEFKÛRESİ”

Türkiye’nin solcularının önemli bir kısmı muhayyel “Ortadoğu Halkları Konfederasyonu’nundan” tarafadır. Türkiye’nin milliyetçilerinin hemen hemen tamamı Türk Devletlerini ve kardeş devletleri bir araya getiren bir bölgesel birlik (muhayyel Turan) taraftarıdır. İslamcılarımız da bütün Müslümanları bir çatı altında toplayacak muhayyel bir İslam Devleti’ni savunurlar. Söylediğim gibi bu üçü de muhayyeldir, yani gerçekleşmesi mümkün olmayan hayali hedeflerdir. Pekiyi, bu hayalin arkasında ne vardır? Osmanlının hatırası. Bizdeki herkes, hangi düşüncede olursa olsun bu hayali devletin Türkler tarafından idare edilmesini (içten içe) savunur. Özünde herkes kendince bir Osmanlı Devleti’ni yeniden kurma hülyası içindedir. Ama unuttukları bir şey var: Türkiye Cumhuriyeti bütün kurumları ile Osmanlı’nın devamıdır zaten. Biz elimizdekinin kıymetini bilip onu koruyalım, yeter. 

TÜRKLERİN KAFASINDAKİ DÖRDÜNCÜ PUT: BORÇLA BÜYÜMEK. “BORÇ YİĞİDİN KAMÇISI” DEĞİLDİR!

Kırım Harbi’yle birlikte (Erken Cumhuriyet Dönemi hariç) Türkiye’nin ekonomi politiği dış borç alarak onu tüketmek üzerine kurgulanmıştır. (1923-1935) ve (1960-1970) arası haricinde memleketteki politikaların ana amacı üretimi dönüştürecek kalkınma hedefleri değil, kendi seçmenlerini ve yandaşlarını zengin edecek ve aynı zamanda, ortalama vatandaşın tüketim imkânlarını arttıracak politikalar olmuştur. Aldık dışarıdan paraları, bir güzel afiyetle yedik ama şimdi faiziyle geri ödeyeceğiz. Yani “borç yiğidin kamçısı” değildir, “ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız” gerekir. 

BİZİM “YERLİ VE MİLLİ” KRİZİMİZE HAZIR MIYIZ?

Şimdi birazcık iktisat yazalım ve gelelim kendi krizimize: Eğer sıkı maliye politikası (bazı aciliyeti olmayan ama yüksek maliyetli projelerin ertelenmesi, bütün bakanlıkların Beştepe’ye taşınması, kamuda tasarruf tedbirlerinin alınıp israfın önlenmesi, kurumlar vergisinin arttırılması ve servet vergisinin konması vb.) ile beraber sıkı para politikası (parasal hedeflemeye dönülerek Merkez Bankası’nın parasal büyüklüklerin artışını kontrol altına alması gibi) uygulanmazsa 2019’da çok ciddi bir iktisadi krizle karşı karşıyayız. Hem de bu kriz, Kasabanın Şerifi’nin kışkırtmasıyla oluşan spekülâtif ataklardan değil, kendi öz hatalarımızla “yüzde yüz yerli ve milli” bir kriz olacaktır. Buna ne kadar hazırız? Hiçbir şekilde hazır değiliz. Çünkü temel iktisadi meselelerin televizyonda konuşulması bile iktisatçılara yasaklanmıştır, doların 7 TL olmasını ilahiyatçılar ve anketçiler tartışıyor. “Aman, bu iktisatçılar arıza çıkarır, nemize lazım!” diyorlar herhalde… Yazılı ve görsel medyaya bakın, ciddi bir tahlil yok. Millet olan bitenden bihaber, şarkı-türküyle, yarışma programları, magazin haberleri ve maçlarla uyutuluyor… Yakın da diziler de başlar…

Dua edelim de, bizim ekonominin hali mutlu sonla biten bir aile dizisi olsun; ama bu gidişle ilk önce komediye sonra da trajediye benzeyecek, haberimiz olsun.