İSTENMİYORSAN GİTME ARKADAŞ

Alican DEĞER 31 Oca 2017

Alican DEĞER
Tüm Yazıları
Gurur kırıcı değil mi? Ayırımcı, uzaklaştırıcı.

Gurur kırıcı değil mi? Ayırımcı, uzaklaştırıcı. Trump’ın bazı ülke vatandaşlarının vizelerini iptal etmesinden ve 90 gün süre ile yeni vize verilmemesini emretmesinden bahsediyorum. Belli ki bayağı bayağı gürültü koparacak.

Başkan, seçim döneminde söz verdiğini uyguladı. Süpriz değil yani. Belki, bir süre sonra vazgeçecek. Veya genişleterek devam edecek. Süresi ve nedeni ne olursa olsun küçültücü bir davranış. Zaten vizenin kendisi aşağılayıcı bir tavır.

Neden vizeye ihtiyaç duyulduğu da ortada. Maalesef dünyanın gelir dağılımı tepe taklak. Yani azıcık zenginler, servetin çoğuna sahip. Bu dünyada böyle iken tek tek neredeyse her ülkede de durum bu. Amerika’nın içinde de benzer bir durum, mesela Pakistan’da da.

Emperyalizm, kolonyalizm ve ardından vahşi kapitalizm bunu oluşturdu. Kimileri servete ve rahat yaşama kavuşurken, kimileri açlığa teslim edildi.

Zengin ülkeler de buna çanak tuttu. Bir yandan doğal kaynak transferi ile sömürü düzeni devam ettirilirken, diğer yandan fakir ülkelerdeki halkların kontrol altında tutulması için diktatoryal yönetimlere ‘destek’ verildi. Kimi ülkeler “Yüksek” standartta görülüp demokrasi ile taçlanması istenirken kimileri karanlık, baskıcı rejimlerin eline bırakıldı.

 

Daha sonra sadece doğal kaynak transferinin yeterli gelmediği görüldü. Daha çok mal alınıp satılmalı, daha çok ticaret yapılmalıydı. 

20’inci yüzyılın ikinci yarısında bir anda ortalık “Liberalizm havarileri” ile doldu. Batılı ülkeler sınırların kaldırılmasını istiyorlardı. Çünkü daha fazla mal satabileceklerdi. Dünya Ticaret Örgütü gibi liberal düzenin savunucusu örgütler ortaya çıktı. Amaç belliydi. Ticari sınırlar kalkmalıydı. Çünkü teknolojide gelişmiş batı daha çok otomobil, daha çok bilgisayar satabilmeliydi. Bir yandan ticari sınırlar kalksın diye bastırılırken diğer yandan siyasi sınırlara dokunulmamasını istediler. Çünkü siyasi sınırlar kalkarsa fakir ülke vatandaşları zenginlerin mahallelerine taşınacaktı. Bu da istenilen birşey değildi.

Derken kapitalizm bir anlamda kendi sonunu getirdi. Amaç daha çok kâr etmek değil mi? Kapitalistler en çok kâr etmenin yolunu buldular. Kendi ülkelerinde işçiler “Demokrasi” gereği bir sürü hak elde etmişti. Yani maliyetleri yüksekti. O zaman çare belliydi. Pek de demokratik olmayan kimi fakir ülkelerdeki fakir işçiler kullanılacaktı.

Dev batılı şirketler, koca koca sermayeleri ile yığıldılar bu ülkelerin kapılarına. “Serbest ticaret” dediler, “Yabancı sermaye” dediler, dediler. Fabrikalar kurdular veya çokça da kâr eden işletmeleri ucuza aldılar. Hem kendi vatandaşları için bol ve ucuza mallar ürettiler, hem de fabrikalarını kurdukları ülkelere sattılar. Ucuz iş gücü için çocuk emeğinden bile faydalandılar.

Çevreyi kurtarmak için devasa kampanyalar yapan firmalar, adeta köleliğe dönen ucuz iş gücünü sömürdüler. Fakir ülkelerde, “Hayvansal deney yapılmamış” kozmetikler, en teknolojik telefonlar, süper otomobiller ürettiler. Patent yasaları için o derece baskı yaptılar ki, Afrika’nın kimi ülkelerinde AIDS ilacı için patent verilmediğinden binlerce insan öldü. Fakirler, hem emekleriyle sömürüldüler, hem de canlarıyla.

Derken bu zengin ülkeler, bir de baktılar ki dünya yeterince büyük değil. Ticaret yapılabilecek yer sayısı o kadar da çok değilmiş. Üretimleri devasa boyutlara ulaşmıştı. Ama satabilecekleri yer sayısı sınırlı.

İşte bu kez birlikler kurmaya başladılar. Askeri birliklerle başlayan ittifaklar zamanla ticaret birliklerine dönüştü. Ülkeler özel ticari anlaşmalar ile birbirlerine bağlandılar. Ama nedense hep gelişmiş ülkeler kârlı çıktı bu alışverişlerden.

Bu arada zengin ülkelerin içinde de ucuz emeğe ihtiyaç duyulduğu fark ediliyordu. Öyle ya, sokakları-tuvaletleri birileri temizleyecek, birileri taksileri kullanacak, birileri kahve taşıyacak veya toprakta çalışacaktı. Bunun için de ucuz işgücü gerekiyordu. Çünkü kendi vatandaşları zenginleşmişti ve emek yoğun sektörlerde çalışmak istemiyordu. Kimileri bunu erken fark etti, Almanya gibi Türkiye’den trenler dolusu işçi aldı. Kimileri ise kendi başına gelenleri kabul etti.

Bu emek sömürüsü sisteminin bir de siyasi karşılığı olacaktı elbette. Özellikle Amerika “Dünya lideri” olma özelliğini bir yandan ticari, bir yandan askeri ve doğal olarak da siyasi dengeler kurarak pekiştiriyordu.

Bir göçmen ülkesi olmanın getirdiği kimi düşünceler, “Amerikan ideali”nin kafalarda yer etmesi için göç politikaları ile düzenlendi.

Fakat herşey kağıtta yazdığı gibi gitmiyordu. Sonunda Amerikalılar, kendi ekonomik sıkıntılarından başkalarını sorumlu tuttular. Ve bu görüşlerini paylaşan bir Başkan seçtiler. İşte aslında olan bu.

Size uzun uzun bu gelişmeleri anlattım. Çünkü, hiç bir hareket kendi öncülü olmadan oluşmaz. Bugün Avrupa Birliği’nin göçmen karşıtı politikaları da Trump’ın Başkanlık emirleri de bu yüzden. 

Temelinde bakarsanız, adamlar kendi açısından haklı. Ülkeleri, kendi ülkeleri. Kimin gelip gelmeyeceğini karar verebilirler. Ama bunun bir de yukarıda uzun uzun anlattığım geçmişi var. İşte bu geçmiş yüzünden, yasaklamalar itici ve ayrımcı duruyor.

Benim anlamadığım insanların zaten kendilerini istemediklerini söyleyen bir ülkeye neden gitmeye çalıştıkları. Havalimanında gözyaşlarını tutamayanlar, belli ki turist değil. Turist olsalar en fazla uçak biletleri yandığı için kızarlar.

Şimdi olacak şey şu. Amerika’nın yasakladığı ülkeler, Amerikalılara ayrı şeyi yapacak. Yani bir Amerikalı, İran veya Irak’a gidemeyecek. Ortalık daha da bir gerilecek. Diyelim ki BM’de uluslarası bir toplantı var, veya ülkeler arası bir görüşme. Kendi vatandaşının yasaklandığı, giremediği Amerika’ya o ülkenin yöneticileri hangi yüzle gidecek? Diyelim ki karşılıklı böyle birşey oldu. Aklıma geldi, Amerikalı askerler Irak’a nasıl girip çıkacak?