"KAPANMA" YANLIŞ ANLAŞILINCA

Doç. Dr. Can CEYLAN
Bir taraftan başı açık olanlara mânâ bulanlar, bir taraftan "Bakımlı olmak benim de hakkım", "Makyaj yapmanın neresi kötü?" diyerek "süslüman" yakıştırmasının hedefi hâline geldi.

Çok değil, bir buçuk iki sene önce “kapanma” deyince herkesin aklına “tesettür” veya “başörtüsü” gelirdi. Biraz daha geri gidersek, “kapanma” kavramı siyâsî bir didişme konusuydu. Bu didişmeyi “türban mı, başörtüsü mü?” bağlamına çekip sulandıranlar da vardı, abartarak “rejim” veya “laiklik” tartışması hâline getirenler de. Kadınlar başlarını kapatmalı mı? Başörtüsü dinî bir emir mi yoksa kültürel bir uygulama mı? Kadınlar erkek baskısıyla mı kapanıyor? Gencecik kız hiç kapanır mı! Başörtüsü dinî sembol mü? “Velev ki sembol, nolmuş”? gibi ucu bucağı olmayan soruların dillendirildiği günler geçirdik. Bu tartışma ülkemizin en az on beş yılına mâl oldu. Birçok kız öğrenci eğitim hakkından mahrum edildi. Birçok kadın iş hayâtından uzaklaşmak zorunda bırakıldı.

Ancak şimdiki gençlerin anlamakta haklı olarak zorluk çektiği “irtica ile mücâdele” postuna sokulmuş başörtüsü yasağı kalkınca, işin rengi değişmeye başladı. Beş on sene önce eğitim hakları için mücâdele eden, üniversite kapılarında oturma eylemleri yapan kadınların yerini başkaları aldı. Tesettür defileleri, tesettür modası, plaj tesettürü, tesettür makyajı gibi başlıklar kısa zamanda normal hâle getirildi. İş o seviyeye geldi ki, başörtüsü takmasa ve makyaj yapmasa daha az dikkat çekecek kadınlar, hak arama mücâdelesi yapan ablalarına “biz bunun için mi mücâdele ettik!” dedirtecek kadar tesettürü suistimâl etti. Tesettürü sâdece başını kapatmak ve saçını örtmek zannedenler ise, tavır ve davranışlarıyla “keşke kapanmasaydın” dedirtti. Tesettürlü olmasaydı yaptıkları dikkat çekmeyecek olan kadınlar, kılık kıyâfetleri sebebiyle kendilerine değil, İslâm’a laf getirdiklerini anlamadılar ve hâlâ anlamıyorlar.

Bir taraftan başı açık olanlara mânâ bulanlar, bir taraftan “Bakımlı olmak benim de hakkım”, “Makyaj yapmanın neresi kötü?” diyerek “süslüman” yakıştırmasının hedefi hâline geldi. 28 Şubat sürecinde “ikna odaları” kuranlar”, iki kardeşi birbirine düşürüp kavgalarını seyretmek için kenara çekildiler ve işlerine bakıyorlar. Onların kervanları daha yüklü hâlde yoluna devam ediyor. Medyaya “İrtica karşıtı” ilân verenler, “tesettür sektörü” yüksek kâr getirir hâle gelince ağız değiştirip, “kreasyonlar” hazırlayıp cirolarını katladılar. Birileri tesettürü yanlış anlamıştı ve bu yanlış anlama, doğruyu gölgede bıraktı.

İkinci yanlış anlama

Bugünlerde ikinci bir yanlış anlama daha yaşıyoruz. Bu yanlış anlamada her kesimden insanımızın payı var. Bir yılı aşkın bir süredir devam eden küresel salgının dalgaları artık birbirine karıştı. Tedbirlere uyup evde kalmak yerine, “evde canım sıkılacağına ölürüm” diye özetlenecek bir tavır ortaya çıktı. Toplumdaki ortalama sosyal zekâ seviyesinin ergenlik öncesi seviyede olduğunu gözlemliyoruz. Toplumun bir bölümü, kopya çekmemesi için sınavda başına gözetmen konulan öğrenciler gibi, devletin denetimini sürekli üzerinde görmek istiyor. Kanun açıklarından yararlanmak isteyen suçlular gibi, tedbir kararlarında açıklar aranıyor. Sokaklar, parklar, sâhiller, market alışverişi için verilen iznini suistimâl edip eline pazar çantası alarak dolaşanlarla dolu. Üç basamaklı günlük can kayıpları, ülkemize terör kadar zarar vermesine rağmen önemsenmiyor. Can kayıpları sebebiyle her gün yüzlerce eve ateş düşüyor ama yan binâda oturan komşular bunu umursamıyor ve ders almıyor.

29 Nisan saat 19:00’da başlayan ve 17 Mayıs’a kadar sürecek olan kapanma da yanlış anlaşıldı. Kısıtlamanın başlayacağı gün, başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerden diğer bölgelere “Kovid Göçü” yaşandı. Turizm sezonu kapalı olmasına rağmen, tâtil beldelerindeki nüfus, aylar önceden yaz aylarındaki seviyeye geldi. Belediye hizmetleri felç oldu.

Koronavirüs Koruma Kampları

Köyler, yazlık siteler âdeta virüsü koruma ve kollama bölgeleri hâline geldi. Kapanma bahânesiyle büyük şehirlerden ayrılanlar neredeyse “iyileşirsek ne yaparız, iyiydi böyle” diyorlar. Hindistan’da hayâtını kaybedenlerin şehrin orta yerinde yakıldığı haberleri ve görüntüleri bile rahatsız etmiyor. Büyük şehirlerden gidenler, giderken virüsü arkalarında bıraktıklarını ve geri gelene kadar kendi kendine yok olacağını düşüyor olabilirler. Üç haftalık kapanma döneminde azalması muhtemel vaka sayılarının, şehirlere geri dönünce yeniden yükselmeyeceğini kimse garanti edemez. Hatta bu yanlış tavrın yeni ve daha güçlü dalgayı tetiklemesi bile kuvvetle muhtemel.

Büyük şehirlerde daha kolay yapılan virüsle mücâdele, yazlık ve kırsal bölgelerdeki nüfus artışı sebebiyle bu üç haftalık dönemde bir hayli zorlaşacak. Sağlık çalışanları insanüstü bir gayretle hastanelerin âcil servislerinde hizmet verirken, sağlık hizmetlerinin kısıtlı olduğu, donanım ve çalışan açısından yetersiz hastanelerin bulunduğu bölgeler, birkaç gündeki nüfus hareketi sebebiyle, virüsün yayılarak kendini koruyacağı ve varlığını devam ettireceği “virüs koruma kampları” hâline geldiler.

Kişisel sorumluluk eksikliği

Yazının başında anlattığım başını kapamayı yanlış anlama, mânevî bir darbe oluştururken, şimdi yaşadığımız kapanmayı yanlış anlama ise doğrudan insan hâyatını hedef almaktadır. Bunun telâfisi yoktur. Bu yanlış anlamada yenilen kul haklarını helâl ettirme şansımız bulunmamaktadır. Tesettürü yanlış anlayanların İslâm’ı itham altında bırakması gibi, üç haftalık kapanmayı yanlış anlayanlar da, kişisel sorumluluk eksikliği sebebiyle, alınan tedbirleri boşa çıkarmaktadır.

Kapanma konusunda her ikisini de yanlış anlayanlar, toplumsal sonuçları olan sorumsuzluklarının mânevî hesâbını kişisel olarak verecek olsalar da bu yanlışın toplumsal ve dünya hayâtında sebep olduğu olumsuzluk cezâsını toplumsal olarak çekiyoruz. 

Maalesef bir kapanma daha yanlış anlaşıldı ve bu yanlış anlama da birçok doğruyu gölgede bıraktı ve boşa çıkardı. Gönül ister ve arzu eder ki, büyük şehirlerden ayrılanlar, bilmeden taşıdıkları virüsü geri gelirken getirmesinler.