KASABANIN ŞERİFİNE VEDA MI EDİYORUZ?

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
ABD seçimleri bize dünya ekonomisi ve jeo-politiği hakkında ne söylüyor?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın deyimiyle “My friend, Donald! / Arkadaşım, Donald!” benim deyimimle “Kasabanın Şerifi” Trump en sonunda gidecek mi? İkinci dönem başkanlığı kazanır mı, kazanırsa ne olur? Yerine eski şerif yardımcısı Biden gelirse çok şey mi kaybederiz? ABD seçimleri bize dünya ekonomisi ve jeo-politiği hakkında ne söylüyor? Bugünkü yazımda bu sorulara cevap vermeye çalışacağım.

Öncelikle hala sayımlar devam ediyor. Bu yazının yazıldığı anda her iki aday da 270 delege olan kritik sayıya ulaşamamıştı. Biden bir adım önde gözükmekteydi. Ancak en büyük hezimetin siyasetçiler için değil de anketçiler için olduğunu söylemeliyim. En az 10 puan farkla Biden’ın kazanacağını söyleyen anketçiler büyük oranda çuvalladı. Aradaki fark 1,5 puan kadar. Bütün traji-komik davranışlarına, çocukça tavırlarına, ilkesiz duruşuna, demagojilerine ve aleni ırkçılığına rağmen Trump’ın “yerli ve milli” ABD seçmenine (yani kasabalı küçük iş sahipleri, çiftçiler, beyaz ve Protestan olanlar, iç piyasaya yönelik üretim yapan küçük sanayiciler, toplumsal kaostan korkan küçük burjuvalar ve benzeri) hitap eden politikalar ürettiği ve bunun da karşılık bulduğu aşikâr. Şu anda sonuç söylemek için erken ama Kasabanın Şerifi silahlarını çekmiş, bekliyor. Seçimde olumsuz bir sonuç olursa bu sonucu iptal ettirmek için canla başla çalışacaktır. Bu ise ABD seçmeninde, sonuç ne olursa olsun, kurulu düzene duyulan güveni sarsacak bir etki yapacaktır.

Eğer ikinci dönem başkanlığını kazanırsa, Kasabanın Şerifi, bugüne kadar dile getirdiği söylemleri daha pervasızca hayata geçirmeye çalışacaktır. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve Soğuk Savaş sonrası iyice pekiştirilen ve kendilerinin “establishment” olarak adlandırdığı kurulu düzenini yıkmak için daha fazla ve daha somut adımlar atacaktır. Ama bu kurulu düzenin değişmesi kolay mı? Hiç de kolay değil. Çünkü işin içinde birkaç yönetmelikle bazı kanunların değişmesi yok sadece… Binlerce uluslararası şirketten oluşan milyarlarca dolarlık bir çıkar ağı; AB, Japonya, Kanada, İngiltere gibi müttefiklerle oluşturulan küresel ittifak; IMF, WB, WTO, BM ve benzeri uluslararası kurumlardan oluşan devasa bir bürokrasi ve bütün bunların kaymağını yiyen ABD finans kapitali… Bütün bu çıkar gruplarının değirmenini yıkmak kolay değildir. Arı kovanına çomak sokmaya benzer, failinin yüzünü gözünü şişirir! Ama en azından Kasabanın Şerifi, halktan aldığı güçle bu yöndeki uygulamalarını daha pervasızca yapacaktır, diyebilirim.

Eğer Biden kazanırsa ne olur? Aslında Biden öyle büyük bir iddianın adayı değil. Seçim de, zaten, Trump’ı sevenlerle Trump’ı sevmeyenlerin bilek güreşine dönmüş durumda. Bu yüzden Biden kazanırsa Trump’ın ABD kurulu düzeninde yaptığı tahribatı gidermek için bir restorasyon dönemi başkanı olmaya soyunmakta. Önemli bir ayrıntı da, Biden’ın bir ABD’li liberal solcular, Hollywood entelektüelleri, Latin, Siyahi, Asyalı ve Müslüman göçmenler, bilişim ve finans sektörlerindeki büyük sermayedarlar, çevrecilerden oluşan yamalı bohça gibi bir koalisyonun başında iktidara yürümesidir. Yani geldiğinde, aslında eski sistemi korumaktan başka da bir şey yapmayacaktır. İşi sistemin teknokratlarına bırakıp kendisi halka umut dağıtacaktır. Bunda ne derece başarılı olur, emin değilim. Çünkü ABD’nin tek süper güç, dünyanın jandarması, küresel banka gibi rollerine dayalı kurulu düzen kapitalizmin geldiği son durumda sürdürülemez. Ne dünya eski dünya, ne de ABD eski ABD! Kendi fikri olmayan, adeta arkasında bulunan yamalı bohça koalisyonun etkisiz bir temsilcisi görüntüsü veren Biden’ın daha pasif bir Başkan görüntüsü vereceği kesin. Arkasında ise işleri yürütecek veya eskisi gibi yürütmeye çalışacak askeri ve finansal bürokrasi bulunacaktır.

Soğuk Savaş bittiğinden bu yana, yani takriben 30 senedir, dünya kapitalizmi ve onun tartışmasız lideri ABD ekonomisi gitgide kör düğüme dönüşmüş ilişkiler içine girmekte ve birbiri içine geçmiş açmazlarla yüz yüze gelmektedir. Kısaca bunları özetleyeyim:   

1)      1980’lerden sonra artan hızla fiziki sermayenin yerini finansal sermaye alması

Yani dünya ekonomisinde, özellikle gelişmiş ülkelerde, sermayenin üretim tesisi ve fabrika şeklinden borsadaki fonlara dönüşmesi…

2)      Dijital teknolojinin gelişmesi ile birlikte küresel para ve enformasyon akışlarının milli devletlerin kontörülünden çıkması…

Yani milyarlarca doların internet hesapları üzerinden Shanghay’dan New York’a, Tokyo’dan İstanbul’a bir saniyede aktarılabilmesi…

3)      Üretimin küreselleşmesi

Yani gelişmiş ülkelerden orta teknolojili sanayi tesislerinin Çin, Asya ülkeleri ve Türkiye gibi merkezlere taşınması, yüksek teknolojili ama istihdam düzeyi düşük sanayilerin de gelişmiş ülkelerde yükselmesi…

4)      Küresel bazda emekçi kitlelerin nispî olarak fakirleşmesi

Nispî fakirleşme bireyin yaşadığı ülke standardına göre servet ve zenginlikten daha az pay alması anlamına gelir. Bu anlamda hem zengin hem de fakir ülkelerde emekçi kitlelerin  (işçiler, beyaz yaka çalışanlar, memurlar ve çiftçilerin) zenginlikten aldıkları pay düşerken bir avuç para babası kodamanın servetine servet katması…

5)      ABD ekonomisinin bütün dünyanın jandarması olmaya ekonomik gücünün yetmemesi, bunun da kendi içinde sosyal ve ekonomik problemler doğurması…

6)      İlk önce birbirini takip eden ülke ve bölge krizlerinin, arkasından küresel krizin gelişmesi..

1987 Büyük Çöküş, 1994 Arjantin ve Türkiye, 1995 Meksika, 1997 Asya, 1998 Rusya, 2000-01 Türkiye ve Arjantin, 2006 Mortgage Krizi, 2008-09 Küresel Finans Krizi ve en son da Pandemik Kriz.

Bütün bunlar uluslararası terörün, uluslararası casusluğun, az gelişmiş ülkelerin yokluğa mahkûm edilmesinin, turuncu devrimlerin, Arap Baharı’nın ve neredeyse Türkiye olarak 10 senedir içinde bulunduğumuz kâbus senaryosunun küresel ve genel iktisadi sebepleridir.

Pekiyi ABD ne yapmalıydı? Bunu 12 senedir her ortamda söylüyor ve yazıyorum, derslerde anlatıyorum. ABD bir yol ayrımındadır:  Ya 1990’lardan kalma “Tek Süper Güç” konumundan vazgeçip kendi kıtası ve kendi bölgesine çekilecek ya da “Tek Süper Güç” konumunu korumak için askeri ve ekonomik gücünü kullanacak. ABD’nin problemi daha ne yapacağına karar verememiş olmalarıdır. Trump birinci şık olan kendi içine dönerek kuvvetlenen ABD seçeneğinin kötü ve demagojik bir temsilcisi iken, Biden’ın arkasındaki koalisyon da birinci ve ikinci seçeneğin bir sentezinin temsilcisidir. İki önceki Başkan Yavru Bush ise doğrudan ikinci seçeneğin temsilcisiydi.

Diyeceksiniz ki, ABD’nin halkı bu çok derin jeopolitik konuları anlayacak kadar eğitimli mi? Hayır, hiçbir ülkenin genel seçmen kitlesi bunları anlayacak ve karar verecek düzeyde bir eğitime ve birikime sahiptir. Sonuçları ne belirliyor, o zaman? Hangi politikacı kendi hedefleriyle geniş ve şuursuz kitlelerin sorunlarına çözümü daha iyi bağdaştırabiliyorsa, o kazanıyor. Bu da popülist politikacıları öne çıkarıp ciddi devlet adamlarını geri plana iten bir siyasi atmosfer doğuruyor. Kim daha iyi şov yaparsa o kazanıyor. Ya da Trump örneğinde olduğu gibi sonucu popülist liderin sevilme ve nefret edilme oranları arasındaki fark belirliyor. Böyle durumlarda kitleler muhalif adayın kim olduğuna bakmazlar veya kimi istediklerine göre oy vermezler; kitleler kimi istemediklerine göre oy verirler. Aslında bu durum Türkiye başta olmak üzere Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve birçok ülkede geçerlidir. Bu da demokrasinin istikrar değil, istikrarsızlık getirmesine yol açmaktadır. 

Pekiyi, ABD özelinde bu durum ne kadar devam eder? ABD bu yol ayrımında nereye gideceğine kurumsal olarak karar vermeli. Ondan sonra halk bir şekilde ikna edilir. ABD kurumsal yapısı ne yöne gideceğine karar vermediği sürece bu belirsizlik devam eder.

Bize nasıl yansır? O da bir sonra ki yazıya, inşallah…