KİBİRLİ ARKADAŞ

Dr. İlhami FINDIKÇI
Biz ölümü düşünürken bile ölümler devam ediyor. Yaşlılar, gençler, zenginler, fakirler, yönetenler, yönetilenler, sağlıklı olanlar, hastalar, kadınlar, erkekler, âlimler, öğrenciler, iyiler, kötüler…

Biz ölümü düşünürken bile ölümler devam ediyor. Yaşlılar, gençler, zenginler, fakirler, yönetenler, yönetilenler, sağlıklı olanlar, hastalar, kadınlar, erkekler, âlimler, öğrenciler, iyiler, kötüler… Mademki ölümü tatmayan kalmayacak o halde nedir bu telaş? Sağ çıkmayacağımız kesin olan bu dünyada diğerlerinin hizmetkârı olarak yücelmek yerine diğerlerinin efendisi olmanın kibriyle küçülmenin sebebi nedir?  

Bir dostumuzla sohbetimizde akrabasının ruh hali ve davranışlarıyla ilgili dile getirdikleri tam da bu sorunun cevabı niteliğindeydi:

 “…Yaşıtım olan akrabamla beraber büyüdük. Çocukluğunda da hep bir adım ileride olmak, farklı olmak, oyunların galibi olmak isterdi. Eğitim alma imkânı olmadı ama çalıştı, çabaladı, birçok iş deneyimi oldu. Varlık, çaba ve nasip işi. Evlendi, çocukları oldu maddi yönden kısmeti de açıldı, kurduğu iş tuttu.

Çocukluğundaki kavgacı tutumu, diğerlerini yok sayarak öne geçme çabası ve oyunları kazanmak için diğerlerini oyundan ekarte etme eylemleri iş dünyasında daha geniş uygulama alanı buldu. Daha çok zengin olmak çabasının altındaki esas güç, diğerlerini geçmek ve daha üstün olmaktı.

Benzer karakterin yansımaları iş dünyasında da geçerli olunca kısa zamanda işlerini büyüttü. Hızlıca zengin olmak derdiyle çocuklarının eğitimine önem vermedi ve onlar yeterince olgunlaşmadan mücadele odaklı ticaretin içinde buldular kendilerini.

HADDİ AŞIYOR

Şimdi arkadaşıma üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Zira çok hedeflediği zenginliğe kavuştu. Fabrikası, satış mağazaları, evleri, arabaları kısacası maddi anlamda istediği yere geldi gelmesine de ben biliyorum ki çok yalnız ve kimsesiz. Ayrıca huzursuz ve birlikte olduğu kişileri de huzursuz ediyor. Her bir araya geldiğimizde ezberlemiş gibi kendisinden ve başarılarından söz eden, sürekli övülmeyi bekleyen arkadaşımdan ben de uzaklaştım.

Her şeyi daha iyi bildiğini, çevresinin daha geniş olduğunu, daha zengin olduğunu, çocuklarının daha başarılı olduğunu, akrabalarının kendisinin kıymetini bilmediğini, konu ne olursa olsun haklı olduğunu, kendisinin özel, seçilmiş ve ayrıcalıklı olduğunu düşünüyor… Bütün bunlara o kadar inanıyor ki aynı görüşte olmayanlara kızıyor, tartışıyor, küsüyor ve durmadan haddi aşıyor ölçüyü kaçırıyor.

Zengin oldukça ihtiyaç sahiplerine yardımları azaldı. Yardımdan çok yardımın getireceği itibarın peşine düştü. Acıdır ki hiçbir eleştiriyi kabul etmiyor. Zira kendisi kendisinin farkında değil...”

Bu, kibir çıkmazına girmiş ve olgunlaşmamış bir insanın resmidir. Hayatın her alanını maddi değerler dolduruyorsa, yerleşmiş bir anlam arayışı ve manaya erişme derdi yoksa insan, kendisiyle kalır. Madde bütün manaları örter, benlik gelişir, ego şişer. Bunun davranış karşılığı olan kibir illeti insanı insan olmaktan çıkarır, yalnızlaştırır ve yabancılaştırır.

KENDİNİ BİLME ARAYIŞI

Temel bir karakter yatkınlığı olarak bireyin, başarı güdüsüne sahip olması, özgüveninin olması, arayış içinde olması, yeni şeylerin peşinde olması ve kendini geliştirme çabası elbette gereklidir ve tercih edilir. Çünkü tüm bu maddi ve sosyal edinimlerin temel hedefi başkasına fayda sağlamaktır. Ancak yukarıdaki örnekteki gibi temel bir yatkınlık olarak bireyin, “ben”ini merkeze alması durumunda tüm edinimleri sadece kendi yararına kullanma davranışı yani kibir yerleşir.

İşte tarih boyunca insanın kendi iç barışına, bireyler arası ilişkilere, ailelere, şirketlere zarar veren, dünya üzerindeki savaşlara ve çöken devletlere neden olan çoğu zaman kişilerin bu önlenemeyen kibridir. Modern yaşamın özgüven maskesiyle empoze ettiği kibir, içten içe insanlığı tehdit konuma gelmiştir.

Kibir davranışının arkasında karmaşık bir psikolojik örüntü vardır: Genetik yatkınlık, yetişme biçimi, aile ilişkileri, kültürel şartlar… Kibir davranışının bir panzehri var mıdır sorusu, insanlık tarihinin gündeminden düşmemiştir. Antik Yunan’dan günümüze kadar bu sorunun en etkili cevabı bellidir: Kendini bilme arayışı.  

Aslında sonu olmayan bu arayış; insanın kendisini ve diğer tüm varlıkları konumlandırdığı evrenle kurduğu ilişki ve etkileşimi şekillendirir. Kendini bilme derdi ve arayışı olan insan, varlık âleminde kendisini konumlandırma yolculuğuna çıkar. Yetenekleri çerçevesinde içinde yer aldığı bütünün bir parçası olduğunu bilmekle kalmaz bunu davranışlarına da yansıtır.

Kendini bilme arayışı; insanın kendisinin ne olduğunun ve ne olmadığının farkına varması ile kendisindeki iyi ve güzel olan öz değerleri keşfetmesi ve daha iyi olana dönüşmenin aktif çabası içinde olmasıdır. Bu, düşünce ve davranış düzeyinde haddini bilme çabası ile başlar ama bununla sınırlı değildir. Böylece kendini aramak, özümüzde yer alan yıkıcı benlik dalgalarından kurtulmayı, hep olmaktan uzaklaşarak hiç olmayı başarabilmeyi ve diğerlerinin hizmetkârı olabilme erdemini sağlayacaktır.   

Bütün inanç sistemlerinde yer alan ve Sokrates ile Platon’un, eserlerinde sıkça dile getirdiği, ‘Kendini bil ve ölçülü ol’ deyişinin, günümüz sanal ortamında giderek yükselen kibirle savaşta ve insanın psikolojik dengesinin sağlanmasında panzehir rolü oynadığını hatırda tutalım.

(Ülkemizin ve İslam âleminin son dönemdeki manevi mimarlarından, insanlığa ömrünü adayan, milyonların gönlünde taht kuran, devletin varlığı, birliği ve bütünlüğü için çalışan bir âlim Mahmut Ustaosmanoğlu Hoca hakka yürüdü. Allah rahmet eylesin).