KUZGUNCUK'TA BİR CUMARTESİ SABAHI

Halil İbrahim İZGİ
Tüm Yazıları
Şehir öğretir, öğrenmesini bilirsek. Hafta sonu sabahları eşimle birlikte yürüyüşlere çıkarız. Çocuklar henüz uyurken şehir uyanmamışken ortalık henüz aydınlanmaya başlarken…

Düşeriz yola ve gideceğimiz iki yer vardır. Ya koruya gidip sırnaşan kedilerin ve ötüşen kuşların arasında adımlarız ya da oraya gelmeden yokuşun altındaki Kuzguncuk’a yollanırız. Boğazın bu müstesna semti hayata henüz güne başlamamış olur biz sokaklarında yürürken İmoga Art Space açılmamış olur, müşterisini bekleyen kafeler kepenklerini henüz açıyor olurlar. Peki, açık olan yer yok mu? Elbette var. Fırınlar açıktır, erkenci müşterilere ekmeklerini verirler, Doğal sebze ve meyveleriyle Kastamonu pazarı açıktır. Vitrinler, evet vitrinleri de görebilirsiniz. Kahvedeki taburelerine oturmuş müşteri bekleyen taksicileri de görebilirsiniz. Bostan henüz ziyaretçileri için hazır değildir ama giderseniz bir ucundan bakıp gezebilirsiniz.

Geçen cumartesi eşimle birlikte yokuştan inip Kuzguncuk’a ulaştığımızda Rum kilisesinin zangocuyla karşılaştık. Elinde kocaman bir anahtarla dış kapıyı açmaya çalışıyordu. Yürümeye devam ettik. Ezberlediğimiz yolda her şey yerli yerinde mi diye baktık. Erken saatlerde semt gezmeleri hep biraz müfettiş edasıyla oluyor. Daha önce fark etmediğiniz bir sokak ismi zihninizi meşgul ediyor. Nice zamandır görmediğiniz sahilin mezbele halinde kurtulduğunu görmek iyi geliyor. Yolun karşısındaki pastaneden çayını alanlar 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’ne bakıyor. Köprünün görünümü suya aksetmiş, Boğaz hafiften kıpırdanıyor. Sessizliğin keyfini sürüyor İstanbul. Sonra çan çalmaya başlıyor. Zangoç işini yapmaya başlamış demek ki. Rum kilisesi cemaatini toplamak için haber veriyor. Seyrelmiş cemaati çanı duyup bir araya gelecek ve yeryüzündeki acıların hafiflemesi için dualarını bir araya getirecekler. Boğaz’ın başka kiliseleri de var elbette. Mesela Çengelköy’deki Rum kilisesi. Bir pazar ayinine misafir olduğumda Suriyeli Hıristiyan mülteciler olduğunu düşündüğüm bir koronun Arapça ilahiler okuduğunu görmüştüm.

Kuzguncuk’un çanları bir süre sonra susuyor ama yine çalacak. Az ileride Ermeni kilisesi ve hemen yanında cami var. Bunları turistik hoşgörü ambalajını tarif etmek için söylemiyorum. Sokakların koyduğu düzenin yüzyıllarca nasıl işlediğini ve saygının nasıl içselleştirildiğini tarif etmek için ödünç alıyorum. Kilisenin yapılışının Beylerbeyi Sarayının yapımında çalışan Ermeni ustalar için olduğu söylenir. Yanındaki camiinin yapılması da kilisenin daha sonraki yıllarda bahçesinden feragat etmesiyle gerçekleşmiş. Aynı bahçede haç ve hilal. Beylerbeyi Sarayı’nı İstanbul Ermenilerinin Boğaziçi’ne hediyesi olarak düşündünüz mü hiç? Tıpkı Ortaköy Camii gibi… 

Kuzguncuk’u geride bırakıp Paşalimanı tarihiyle Üsküdar’a yürüyoruz. Bayiden aldığım gazetenin ardından eve dönüyoruz. Çocuklar henüz uyanmış ve gün başlıyor. İstanbul yüzyıllardır devam eden ahengiyle derslerini vermeyi sürdürüyor. Aheste başlayan gün kalabalıkla telaşlanıyor. Kuzguncuk’un kafeleri dolup taşacak ve insanlar kocaman meselelere kocaman kelimelerle deva bulmaya çalışacak. Oysa bazen sadece bir cumartesi yürüyüşü birçok şeyi öğretir. Hele Kuzguncuk’ta, hele Kuzguncuk’ta…