MİLLETVEKİLLERİNE AÇIK MEKTUP

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Seçimden önce milletvekili adayları, yağmur demeden, çamur demeden yollara düştüler.

24 Haziran seçimlerinin sonuçlarına göre yeniden ya da ilk defa milletvekili seçilenler, mazbatalarını alıp Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kayıt yaptırıyorlar. İlk defa seçilenlerdeki heyecan yüzlerinden okunuyor. Yeniden seçilenler ise azalmış olsa da bu heyecana ortak oluyorlar. Hem 23 Nisan 1920’de “gâzi” sıfatıyla kurulan, hem de 15 Temmuz’da ikinci defa “gâzi” olan TBMM’nin ihtişamlı koridorları ve kulisleri hakkında çok şeyler duymuşumdur. Ankara’nın bürokratik havasının insanı zamanla değiştirdiği, geçmişini unutturduğu söylenir. Ben, sâdece üniversite okuduğum ve askerlik yaptığım için bu bürokratik havaya pek kapılmadım. Asteğmen olarak görev yaptığım sırada on bir Millî Savunma Bakanlığı koridorlarını arşınladım, o kadar.

Bir Erken Uyarı!

Sosyal medya üzerinde iletişimde olduğum Eftal Orhan Beyefendi, kendi sosyal medya hesâbından, halkımıza tercüman olacak bir mektup yayınladı. Bu mektup, ilk defa seçilen milletvekillerimize âdeta bir erken uyarı mesajıdır. Ben de kendisinin izniyle sizlerle paylaşmak istiyorum. Sayın vekillerimiz, bizden söylemesi.

Yeni milletvekili olanlara açık mektubumdur.

Lütfen göreve başlamadan önce okuyunuz!

Seçimden Önce…

Seçimden önce milletvekili adayları, yağmur demeden, çamur demeden yollara düştüler. Sokaklara, mahallelere, köylere gidip halkın arasına girdiler.

Mahalle kahvelerine, kapıları gıcırdayan bir oda bir sofa gecekondulara, toz toprak yokuşlara, yoksul semtlere, varoşlara indiler.

Halkın en fakirini, en garibanını, en mazlumunu, en mağdurunu, en muhtâcını, en köylüsünü, en işçisini, en memurunu, en yetimini bulup onlarla çay içtiler. Sofrasına bağdaş kurup, kuru ekmeği yavan çorbaya bandılar. Omzuna elini atıp derdini, tasasını, odununu, kömürünü, kirâsını, geçimini, hastalığını, hâlini hatırlını sordular.

Onlarla aynı karede fotoğraflar çektirdiler.

Tebessüm yüzlerinden hiç eksik olmadı.

“Ben de sizdenim” dediler..

“Benim de babam işçiydi” dediler.

“Ben de kuru ekmek, yavan çorbayla büyüdüm” diye övündüler.

“Bakmayın üstümdeki esbâba, altımdaki arabaya; ben de dağda koyun güttüm, tarlada ekin biçtim, sokakta simit sattım. Ayazda üşüdüm, delik ayakkabı, yamalı pantolon giydim. Kara tahtalı okullarda dirsek çürüttüm. Ben de sizin içinizden biriyim” diye hâlleştiler.

Seçimden Sonra…

Ve sandığa girip sandıktan milletvekili çıktılar. "Bâzı" vekiller için, işte tam da bundan sonra, her şey birden değişir.

Bu değişim, o sihirli altın rozet yakalara takılınca daha bir görünür hâle gelir. Görünür hâle gelmezse bile, gözlere sokulurcasına gösterilir.

O vekiller, kısa zamanda Ankara’nın asık suratlı binâlarında, yüksek rezistanslarda, ultra lüks mekânlarda, kibrinden sahte tanrılar üreten kravatlı birer mankurta dönüşür.

“Nereden” geldiklerini, “niçin” orada olduklarını ânında unutur, hatırlatanların derhâl canına okurlar.

Gittikleri her yere önce kibirleri varır. Ve mutlaka konuşurken, “Ben kimim, biliyor musun!” edâsıyla konuşurlar.

Bakkal Necâti’yi, Kasap Hayri’yi, ev hanımı Fatma’yı, öğretmen Kâmil’i, taksi şoförü Hasan’ı, yetim Ömer’i, inşaat işçisi Ahmet’i, simitçi Murat’ı, ayakkabı boyacısı Şevket’i, köylü Emin Ağa’yı unutuverirler.

Mazlumun, mağdurun, yetimin, fakirin, garibanın, dulun, muhtâcın sokağından, semtinden, mahallesinden, köyünden bile geçmezler.

Milletin vekili olduklarını unutup, kibirle şişmiş egolarıyla “kendi asilleri” olacak ve çirkin odalarında kişisel çirkin işleriyle uğraşırlar.

Vekili oldukları millet ise daha dün, kendilerine, memleketin en “değerli” adamı muamelesi yapan, dünyânın en iyi insanı rolündeki o “veri importınt pörsın” (VIP) kişileri, ancak 4 yıl sonra görebilecek, onlara ancak o zaman ulaşabilirler.

Hatta ulaşmalarına, gitmelerine gerek kalmaz. Telefonlarına ha bire mesajlar gönderirler. Yine yeni seçimde mahallelerinde, kahvelerinde, beyaz badanalı gecekondularında, parıldayan elbiselerle arz-ı edam ederler.

Allah, böyle çapsız, karakter kıtlığı yaşayan, liyâkatten, ehliyetten uzak insanlardan bu milleti korusun.

Siz Böyle Olmayın!

Sakın bunlardan olmayın. Evinizde oturup çayınızı için, çocuklarınızla gezin, büyükler torunlarını sevsin... Kimse sizi zorla vekil yapmayacak. Dünya, âhiret bu milletin iki eli yakanızda olur, bilesiniz.

Halkın İstediği Vekil…

Tabi ki bir tarafta da geldiği yeri, verdiği sözü unutmayan, alnının teri, yüreğinin gücü ve kişisel kalitesiyle, liyâkatiyle vekillik kazanan onurlu insanlar olacak. Onlar yine mahallede, sokakta, kahvede, halkın arasında bulunacak. Esnafın dükkânında, garibanın sofrasında, yetimin, mazlumun, mağdurun, fakirin yanında olacak. Onların derdiyle dertlenecek. Onlar için terleyecek, üzülecek.

Ultra lüks mekânların, alkışların, övgülerin, dalkavuklukların, el pençe divan duranların, gücün, kırmızı plakaların, makamın, şöhretin; kalbini, insanlığını çürütmesine; merhametini, sevgisini, insafını, adalet duygusunu, tevazusunu yok etmesine izin vermeyecek. Yaşam tarzını değiştirmeyecek.

“Kalbî değerlerini” koruyacak. Değerlerini kaybedince, kimliğini, kişiliğini, karakterini, kendini kaybedeceğinin farkında olacak.

Bunları kaybetmenin, vekilliği kaybetmekten daha acı olduğunu hissedecek. Doğruları, gerçeği, ölümü, hesâbı, asıl amacın halka ve Hakk’a hizmet olduğunu hatırlatacak, çıkar beklemeyen, öğüt verecek gerçek dostları, yanından ve yakınından ayırmayacak.

Halka, sıradan vatandaşa, asla tepeden bakmayacak, ayırım yapmayacak. Seçim döneminde ne kadar değer veriyorsa, seçimden sonra, “sorumluğun yüklediği vebal” bilinciyle daha çok değer verecek.

Nerede bulunursa bulunsun, vekilliğini değil, insanlığını konuşturacak.

Bakkal Necati Amca’nın, Kasap Hayri Dayı’nın, Dul Fatma Hanım’ın, Öğretmen Kâmil Abi’in, taksi şoförü Hasan Bey’in, yetim Ömer’in, inşaat işçisi Ahmet’in, ev hanımı Necla Hanım’ın, simitçi Murat’ın, ayakkabı boyacısı Şevket’in, köylü Emin Emmi’nin, mazlumun, mağdurun, yetimin, fakirin, garibanın, dulun, muhtacın mutluluğunun, tebessümünün, huzûrunun, duâlarının, bakanlıktan, kırmızı plakadan, ballı emeklilikten, önünde el pençe divan duran dalkavuklardan, pahalı kol saatlerinden, daha değerli olduğunu ve bu güzelliklerin sonsuza kadar yaşayacağını bilecek.

Ve bu toprakların, onların duâlarıyla ayakta durduğunu hep hatırlayacak. 

Umarım, Eftal Orhan Bey’in kaleminden dökülen ve tüm Türkiye’nin hislerine tercüman olan bu satırları, hangi partiden olursa olsun tüm milletvekilleri okurlar. Sonuçta hem onlar hem de halk olarak biz kazanırız.