ÖLÜ EVİNDEN KELİMELER

Halil İbrahim İZGİ
Tüm Yazıları
Geçen gün evde büyük kızım Dostoyevski'nin Ölü Evinden Anılar kitabını okuyordu. Kitabın çok etkileyici olduğunu çünkü Dostoyevski'nin kendi hikayesini anlattığını aktardı bana.

Her gün kalem oynatmaya çalışırken birçok arkadaşım merakla sorar: Her gün yazacak şeyi nereden buluyorsun? Hayattan buluyorum, çevremden, arkadaşlarımdan, hayallerimden, hayal kırıklıklarımdan… Yazacak konu çok, baksanıza yazmanın kendisi hakkında bile yazabiliyoruz, mani yok yani. Yazacak şey bulmak mesele değil de her yazdığınızla kendi sırlarınızı faş ediyorsunuz. Bu bir anlamda kalbini dışarı çıkarıp sokaklarda gezmek gibi. Yazmak belirli bir süre sonra eski telefonlardaki yılan oyunlarına dönüşüyor, her yazı düşünceler ekliyor kuyruğunuza ve giderek daha az hareket alanı kalıyor size. Yazdığınız konuları tekrar etmemek endişelerden sadece biri. Üslubu korumak ve sıkmadan okunmaya çalışmak zorundasınız. Yoksa kendinizden sıkılırsınız önce ve sonrasında yazdıklarınız anlamsız gelir.

Az kelimelerle ömür sürmeye çalışan günümüz insanının okumaya meyyal olduğunu düşünmüyorum. Okuduğu şeyler daha çok diğerlerinin okuduklar ve beğendikleri de diğerlerinin beğendikleri. Bol miktarda basılan kitapların konusu ve seviyesi ne olursa olsun çok sattıklarını hayretle öğrenmiştim. Okunmuyor yani kitaplar, sadece elde taşınmak için bir dekoratif malzeme. Çoğu kimse dinlenmek için ayırdığı zamanı kitaplarla paylaşmıyor. Daha çok televizyon yahut telefon ekranları tercih ediliyor.

O zaman neden yazar bu kadar insan? Madem okunmayacak, madem çok da önemli değil yazılanlar neden dünyayı tekrar tekrar anlamlandırmaya çalışır? Madem karşılığı yoktur tüm gayretlerin neden yazmaya devam eder bazıları?

Doğru sorular ama net cevaplar veremeyeceğim için üzgünüm. Ama izah etmekten de geri durmayacağım.

Yazmak koşmak gibi benim için her gün yaptığım bir idman. Düşünce egzersizi, gazetemiz de sağ olsun yazdıklarımı yayınlanmaya değer buluyor ve sizlere ulaştırıyor.

Çokça içeriğin üretildiği bir dünyada yazmayı anlamlı kılan nedir peki? Her insanın biricik olması ve dünyada çözülmeye muhtaç dertlerin bitmemesi mi? Belki.

Birçok yazar, günümüz ulaşan milyonlarca kitapta neden kendini harap edercesine yazdı? Aklıma gelen en makul cevabın başka seçeneği olmamasıydı. Yazmamak da bir seçenektir elbette, okumamak gibi. Merak girdabına kapılmış ruhların bu döngüden çıkma ihtimali çok yüksek değildir.

Geçen gün evde büyük kızım Dostoyevski’nin Ölü Evinden Anılar kitabını okuyordu. Kitabın çok etkileyici olduğunu çünkü Dostoyevski’nin kendi hikayesini anlattığını aktardı bana. Kitaba bitmiş. Bana Ölü Evinden Anılar’ı almak istiyor. “Senin de betimlemelerin güzel ya hoşuna gider” dedi. O anda zihnimdeki tüm kuşkular dağıldı ve sadece bu sözleri duymak için bile yazmaya değeceğini düşündüm. Bugün değil belki yarın okunacak, çok kimse okumayacak belki ama samimiyetle yazılan hiçbir kelime boşa gitmeyecek. Meyve vermeyebilir ama bir yerlerde tohum olacağı kesin.

Dostoyevski, Sibirya sürgününde neden yazdıysa aynı nedenle yazmaya devam etmek lazım. Umudu diri tutmak, kelimeleri unutmamak ve insanlarla iletişim kurmak için. Gerisi? Nasip kısmet gerisi. Yazı öyle bir ses ki yankısının nereden geleceğini kimse bilemez. Özellikle de yazan.